Serap
Gördüğüm, hala aynı serap. Bu çölde ne kadar yürüsem, yol alsam ve ondan uzaklaşsam da arkama dönüp baktığımda onu yine orada görüyorum. Hatta hiç uzaklaşmadığımı…
Bunun, bir hayalden ibaret olduğunu elbette biliyorum. Serap öyledir. Fakat gözlerimin oynadığı oyun, bilincimden çok daha baskın çıkıyor her seferinde. Görüyorum. Hayal olduğunu bile bile, kanlı canlı orada görüyorum onu. Ne garip.
Ne kadar susamış olacağımı da tahmin edersiniz her halde, bu çölde. Gözlerimdeki bağı çıkartıp onunla ayaklarımı bağlama imkanım olabilseydi, ya artık onu orada görmez, ya da, her görüşümde ona doğru koşan adımlarımı engelleyebilirdim oysa. Fakat öyle olmuyor hiç. Karar ve mantık mekanizması işlemez bu çölde. Her seferinde o serapa doğru koşarken yakalıyorum kendimi o yüzden. Yakalayan ama hiçbir yetkisi olmayan bir polisin, bu konuda eli kolu ne kadar bağlıysa, öyle bir halde. Yakalayıp da ne yapacaksam sanki!
İsmi –o serapın gerçek ismi- kimseye söylenmemesi gereken bir sırmış gibi, hiç dillendirmiyorum adını bir de. Sanki o isim dilimden bir dökülüverirse, bir felaket zincirinin ilk halkası olacakmış gibi bu, dokunmuyorum bile o halkaya hiç. Dehşet başlamasın diye…
Dehşet başlamasın diye. Söylemeyip içimde tutarsam, her şey daha az korkunç olacakmış gibi. Bilmem ki.
Peki bu çöle hiç düşmemiş olup da, ben ve benim gibi burada olan diğerlerini yargılayanlar hakkında ne demeli? Basit bir hava sıcaklığını, deniz kenarındaki kumsalı ya da hayati boyuta varmamış derecedeki bir susuzluğu alıp birleştirerek, tüm bunları ‘çölde olmak’ fikriyle bağdaştırmayı yeterli gördükten sonra “Bu iş o kadar da zor değilmiş. Abartıyorlar!” diyenler hakkında? Ne bileyim, nasıl söyleyeyim, bir iftar vakti olanların orucu ile ölüm orucu tutanları bir tutmak gibi bir şey olurdu bu. Fakat kör cehalete varacak düzeydeki bir empati yoksunluğunu burada fazla bile andık aslında. Gerek yok, azizim.
Şimdi serap konusuna geri dönelim biz. Ya da, serapa geri dönelim. Arkamızda kalmıştı o, değil mi? Hangi taraftaydı? Yoksa kuzeyi, güneyi ve doğusu, batısı karışmış bir ateş çemberinin içi miydi burası? Bilmem. Fakat pusula ne zaman bozuldu?
İlahi olan bir şey, genellikle gök ile alakalıdır ya, ben de öyle, yukarıdan bir helikopter bu çöle iner de bir kurtuluş müjdesiyle ödüllenirim diye bekliyorum aslında. Ve bu çaresiz hali kimseye de gösterip açık etmiyorum bir yandan da. Kuyruğu dik tutacaktık, öyle değil mi? İsmini de hiç dillendirmediğimiz gibi, dilimiz dönmeyecek hatta mümkünse arkamıza da dönüp o serapla yeniden yüzleşmeyecektik.
Fakat bu çölde bir insanın bir yandan ne kadar susayabileceğini de hesaba katacak olursak, iradi olmayan, adeta refleksif bir şekilde dönüp o serapa tekrar bakıyor insan, tabi. Sonra yönünü kaybedip, o serabı arkada değil de, 360 derecelik bir açıyla, her yerde görebileceği bir çemberin içinde olduğunu anlayacak bir halde.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.