Seni çalarlar elmasım
Alfonse Daudet’in “Altın Beyinli Adam” hikâyesi etkileyici ve türlü okumalara müsaittir.
Altın Beyinli yaratılmış, ama sonra tüm sermayesini dünya hevesleri uğruna harcayan, zavallı bir adamın hazin serüvenidir.
İşin garip tarafı çocukken ailesi, “Seni çalarlar elmasım” diyerek, sokakta oynamasına bile izin vermeyeceklerdir.
Lâkin kendisi önce azar azar, böbürlenerek, sonra bonkörce savurarak; o sıra dışı nimeti tüketecek, hayatının en büyük ve en korkunç hırsızı olacaktır.
Yaptıkları ana-babalık hizmetine, aslî vazifelerine karşılık altın bekleyen saygın(!) ailesinden başlayıp, sırrını anlayan dostlarına(!) kaptırdıkları; delice, beynini boşaltarak sürdürdüğü bir yaşam, hazineyi azaltacaktır.
Nihayet bu olağanüstü nimette açılan gediği görünce kendini toparlamaya karar verecektir kahraman.
Lâkin alıştığı düzenin tazyiki, âşık olduğu kadının fuzulî isteklerinin b/askısı, uğursuz bir gidişi hızlandıracaktır.
Nihayetinde sevgilinin vefatı, onun için yaptığı parlak, alayişli cenaze töreni, görkemli zenginliğini neredeyse sıfırlamıştır.
Kalan son birkaç altın kırıntısını da, vefatını unuttuğu eşinin zevklerinden birini gerçekleştirmek için, “kenarlarında kuğu tüyleri olan, mavi satenden bir çift kadın ayakkabısına” verir.
Kendisini bile layıkıyla sevememiş, sadece parasına meftun bir kadın içindir bu saçma satın alma. Ne zatının ne mevtanın yararlanamayacağı bir eşya.
Ölüyle diriyi fark etmeyecek kadar şaşkındır, kendinde değildir Altın Beyinli Adam. Hayatı kaymıştır.
Yazarın, hikâyesiyle ilgili son cümlelerinden biri; “Bu dünyada beyinlerini harcayarak yaşamaya mahkûm öyle zavallılar vardır ki, en küçük gereksinimlerini bile, özlerinin ve iliklerinin o katışıksız altınıyla öderlerdir.”
Zaman, sürdürdüğümüz hayat, bedenimiz, ruhumuz, tüm varlığımız; altından öte kıymetlidir herhalde. Asıl cevheri unuturuz son tahlilde.
Her birimiz işleyecek bir maden ve toprakla geliyoruz yeryüzüne.
Başka birilerine hep kızsak, hikâyemizdekine benzer kişileri tenkit etsek de; aynı, birbirine yakın hataları sürdürürüz, ömür sermayemizden yeriz.
Madeni değişik de olsa, bizim de beynimizi kullanım sorunlarımız büyüktür. Bunu genellikle anlamaz, ya da geç uyanırız.
Olmayacak verimsiz işlere, hiçbir yere götürmeyecek nafile düş serüvenlerine, ruhumuzu kemiren çevrelere, fani gelip geçici şeylere, zihin gücümüzü yönelttiğimiz, kabuksu, surette kalan pahalı sevdalara, kof fikriyata; ne görünmez altınlar, hazineler bağışlarız.
Ayrılıp gideceğimiz, terk edeceğimiz nice yarlara, yeryüzü güzelliklerine ne aşırı anlamlar atfeder, düşünmeden şuursuzca, özümüzü feda edip, ne ağır bedeller öderiz.
Yatırım, kâr derken; ruhumuzda ne hurdalıklar, çöp müzesi, çöküntü bölgeleri inşa ederiz.
Bizi kimler, neler (bir enstrüman gibi) çalar. Beynimizi ne yer, kim soyar?
Bu haramiler, yol kesiciler, uğrular, varlığımızı nasıl talan ve heba eder. Müflis tüccar, hüsran.. neye derler?
Lâkin düzenbazlarla esas işbirliğini, alışverişi 24 ayar(!) Egomuz yapar.
Zaman devran bizi geliştirir(!) büyütür.
“Nefis bir kurtçuktu, ejderha oldu” buyurur Hz. Mevlâna.
Kim adına kayıtlıdır; kimler ihtimamla hoş görüyle(!) beslemiş, uzmanlaştırmıştır(!)
Kim(in)dir bu azman, meşum ejderha?
“Seni çalarlar elmasım” ha…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.