Ramazanda burun davası
Ahmet Rasim, o sımsıcak üslubuyla, Ramazan Sohbetleri kitabında, Ramazan’ın 25.ci günü( 28 Ağustos 1913) tarihli şahit olduğu bir vakayı anlatır. Anlaşılan, insanlık halleri pek de değişmiyordur.
“Başını görmedim, sonuna yetiştim. Çömelmiş, elinde teneke bir maşrapa, durmadan döküp döküp yüzünü yıkıyor, sövüp sövüp etrafa tehdit eder bakışlarla bakıyordu. (…)
Doğruldu mu gül kurusu ince hırka beline kadar kısalıyor, yazın bu sıcağında giydiği satrançlı pazen fanila entarinin ortasından bağladığı ayva çürüğü örme kuşağının düğümü oynuyor, bu haliyle, bu kıyafeti ile, hele çıplak ayaklarına geçirdiği tasması işlemeli takunyasıyla bütün bütün gülünç oluyordu.
Malum ya, uzunca durup bakmaya gelmez. Hele gülmek hiç olmaz. Bakar, gülerseniz size de püskürür, savurur.
Kahve bahçesinin mezarlık duvarına dönüp de elindeki o maşrapayı sallaya sallaya, ‘Polise gideceğim. Hepinizi karakola vereceğim!” diye bağırıyordu.
Ali Ağa’yı kızdırmışlardı. Hem de fena… Neticede olay üzerine iki jandarma gelmişti. Halini yazara, yana yakıla şöyle anlatıyordu:
“Nah! Şu efendilere sorun. Biraz evvel geldim. Mübarek gün… Oruç hali… Yorgunum da… Bahçe ile uğraştım… Kendimden geçmişim. İşte bakın ( yerde duran bir mor mürekkep şişesini göstererek) nerden bulmuşlarsa bulmuşlar, (eliyle tümseğini tutarak) burnumu boyamışlar, artık nedir bu? Bu çapkınların da maskarası mıyız? Geçen gün tencere karası çekmişlerdi… Yalvardılar, yakardılar. Dava etmedim. Ama… artık bugün davacıyım…. Şahit olun ağalar, hepsinden davacıyım…”
Hakikaten boyamışlar… O kadar yıkadığı halde morluk kaybolmamıştı… İspatı meydanda duruyordu.”
Hadisenin faili gençler, mürekkep şişesini, “köşedeki bakkal hınzırından almışlardı”. Kıs kıs gülüyor; tabana kuvvet kaçarken de “U…ç, baba torik!” diye eğleniyorlardı. Ali Ağa, taş dahil, eline en geçerse gençlere fırlatıyordu. En nihayet, bir şey bulamayınca takunyasının tekini atıyordu.
Lâkin hikâye bitmemiştir, gerisi de ilginçtir. Ki mesela bazı istatistikler hayattır(!) Ölüm kalım davasıdır. Ahmet Rasim’den dinleyelim:
“Eve geldiğimde yazı masasının üstünde bir mektup buldum. Ünlü doktorlarımızdan bir zat beni memnun etmek için bir istatistik yollamış. Bu istatistik tıp fakültemizin boğaz ve burun seririyatı(Tabiplerin hastanede ve hasta başında talebelere verdikleri dersler; uygulama, tatbikat) polikliniğinde bir yıl içinde yapılan burun ameliyatlarını gösteriyordu. İyi tesadüf, ikisi de birden buruna geldi.
Sevgili doktor diyor ki:
“Biz seririyatımızda yaptığımız aşağıdaki uygulamaya zamane işlerinden diye bir ad taktık. (Ne kadar münasip!) Amacımız insanların hayatında sağlam kemik ve kıkırdakları çıkarılarak burnun düzeltilmesi ve terbiyesi yapılmasının mümkün olduğunu bildirmektir. Yapılan bu ameliyatlar burun eğriliği sebebiyle burunlarından nefes alamayanlara, burnun şeklinde bozukluk sebebiyle güzel bir çehreye malik olmak, sevimli bir yüz elde etmek için başvuranlara uygulanıyor. Asıl bildirmek istediğimiz özellik, çıkarılan kemiklerin ağırlık ve genişliğidir. Şu geçen on iki ay içinde seririyatımızda yetmiş hasta ameliyat oldu. Bunlardan on tanesi burnunda bozukluğun düzeltilmesi için başvurmuştu. Düzeltilerek burunları güzel bir şekle konuldu. Bunlardan iki tanesi evlenmezden evvel yüzlerinde esaslı bir güzellik temin ederek zifaf odasına daha bahtiyarane girmek arzusundaydılar. Arzularına eriştiler.
“Bu yemiş hastanın burunlarından çıkan kıkırdak ile kemiklerin toplam ağırlığı 160 gramdır. Bu parçalar yan yana konulup da ölçüldüğü zaman bir tarafı 22, diğer tarafı 27 santimetre uzunluğunda bir dikdörtgen meydana getirir ki, 954 santimetrekare ediyor.
“Kulak ve burun polikliniğinin bir duvarı 35 metrekare olduğu ölçülerek anlaşılmış ve bütün duvarın burunlardan çıkarılacak kıkırdak ve kemikle örtülmesi için aynı ölçüde bir çalışma harcandığı halde altmış yıl içinde 4200 hastaya ameliyat yapılmasına bağlı bulunduğu tahmin edilmiştir. Bize nasip olmayacak olan ‘inşallah olur’ bu istatistiğin bizden sonra gelecekler için mümkün olacağı tabiidir. Baki…”
Mümkün olsaydı da Ali Ağa’ya şu istatistiği okuyup hiddet ve kızgınlıkta pek ileri gittiğini anlatsaydım! Herkes sevine sevine burnunu kestirip biçtirerek güzellik alıyor, Ali Ağa boyadılar diye ağzına geleni söylüyor. Doğrusu haksız!” (Ahmet Rasim, Ramazan Sohbetleri, Hazırlayan: Muzaffer Gökman, Kapı Yayınları, 2011, sf. 145-149)
…
Mesleğiyle alâkalı(!) ne işinin ehli, hesap kitap adamı hekimler var Ya Rabbi!
Fakat bizce asıl mesele, ekserimizin burnunun, hayatı kaplayan ihtişamlı, şanlı şerefli büyüklüğü; her şeye teklifsizce sokulan azamızı upuzun parlak, pek şirin(!) gösteren kendi sürdüğümüz boyalar cilalardır.
Malum, yüzümüzü g/özümüzü nasılsa benzetmiştik; gerçi dert değil, evvel Allah modaya, asrın fennin icaplarına göre yine çeki düzen veririz, benzetiriz de… Lâkin burunlar eksik kalamazdı, hatta âlem-i nizam için en başta ortaya çıkardı.
Şimdi, mübarek ayda bu ehemmiyetli sorun (yani saygıdeğer doktorumuzun, 100 küsur sene önceden buyurduğu burun terbiyesi meselesi) daha da çok sırıtıyor.
Birileri şımarık küstah, havayı kokluyor; İri, havalı burunlar durmaksızın ateşleyip, esip gürlüyor; kirli parmaklarca delikler çukurlar açılıp karıştırılıp, meydana necaset dökülüyor, kanallar tıkanıyor. Nefes alamıyoruz.
Fakat.. ne gibi ameliyatlar, hâzık doktorlar çare olur bilemiyoruz.
Mühim not: Günümüzde “burun farkıyla” ne yarışlar kazanıldı, sizin haberiniz yoktur Ali Ağam!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.