Ayşe Aslı Duruk

Ayşe Aslı Duruk

Öz'e dönüş

Öz'e dönüş

Batan akşam güneşinden yadigar kalan cılız ışınlar, bulutları yer yer pembeye boyuyordu. ‘Artık mart değil de şubat aylarının kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırdığını’ söylemiştim, öğleyin. Gerçekten de üzerime, içeriden bir hırka alıp geldikten sonra devam ettim, bu ufak balkon sefama. Yine de pek keskin denemeyecek kör bir akşam ayazı, lacivertli pembeli gökyüzü, okunan akşam ezanı ve ben, baş başa kaldık, bir süre.

Bu başbaşalık durumu, zihnimde bir şeyleri çağrıştırıp titretmiş olacak ki, yalnızlığın sınırlarına bakıp, şeklini görebilmeyi denedim, gözlerimi bir hayli kısarak. Tabi ne yaptımsa bir türlü seçemedim şekli; yalnızlığın şeklini. Sınırları uçlarda bucaklarda olduğu için göremedim ki, görüş alanımı çoktan aşan o engin görüntüyü. Sayısız kaz, çamurlu izler bırakan ayaklarıyla göz çevremi istila etti, bu göz kısış esnasında tabi, biliyorum. Bunu bilebilmek için, o sırada yanımda bir ayna olmasına gerek yoktu. İnsan kendini az çok bilir çünkü artık, yaş 30’u geçmişken. Gençliğin, yalnızlığı sadece ‘seçilmiş bir tek başınalık’ sandığı günlerim, kim bilir kaç batan akşam güneşi geride kalmıştı şimdi. Evet, yalnızlık kesinlikle ‘seçilmiş’ bir durum değildi. Şimdi bunu çok iyi biliyordum.

Bu cümlelerden sonra, hüzün kokan mahzun bir şeyler bekliyorsunuz, değil mi? Yalnızlığın terk edilmişlik, acınası bir itilmişlik olduğunu falan yazacağımı sanıyorsunuz. Lakin öyle yapmayacağım. Bilakis, o göz kısarak uzaklarda aranan bir yalnızlık durumundan ziyade, içteki gerçek yalnızlığın yormayan ve sadece şenlendiren kalabalığından bahsedeceğim. İnsan kalabalığı yorar oysa. Neşenizi de çalar.

Yalnızlıktaki kalabalık… En içinizde, merkezinizde ve derininizde olanlara, şöyle bir göz atıp kulak kabartmak için gerçekten istekli ve yeterince cesursanız, siz de bilirsiniz. O mutlak sessizliğin olduğu yerdeki eşsiz müziği duymuş, gözleri kör eden parıltının ardındaki yemyeşil bağı ve bahçeyi görmüşsünüzdür, o ana kadarki en net ve keskin görüşünüzle. Dış dünyadaki kalabalık ve sesler, o mükemmelliğe erişmenize engel olan kilometre ve mihenk taşlarıymış meğer, anlarsınız. Onca zaman rehaveti huzur sanmış; kalabalığı da çokluktan ve zenginlikten saymışsınızdır. Ama şimdi, geç de olsa, sonunda olmuştur işte. Memnunsunuzdur, çok.

Dünyevi notalardan ve seslerden azade, dünya dışı, eşsiz bir müziği duyma şerefine erişmiş ve her göze nasip olmayacak o muhteşem bağı ve bahçeyi izlemişsinizdir, içinizdeki o gerçek yalnızlık noktasının içinde. Manzaranın yarı içinde, yarı dışında gibi bir katılımcılıkla izlemeyi, çok iyi bellemişsinizdir şimdi. Zaten neresi iç ve neresi dıştır ki artık hem? Kimseye bir şey anlatma zorunluluğu olmayan, dilsiz ve özgür bir idrake sahipsinizdir bir de zaten. Size düşen, olanların tadını çıkartmaktır, sadece.

Hayretin hayranlığa; hayranlığın hayrete sürekli dolaşıp bulandığı bir döngünün nefesi vardır hep, bu manzaranın ‘uzaylı’ atmosferinde. İç uzay mı deniyordu böyle bir şeylere? Nefeslerin sayılı olmadığı kadim ya da ezeli bir yerleri; sanki kopup geldiğiniz cenneti anımsar ya da ona kavuşmuş gibisinizdir.

Meğer dış dünyadaki kalabalıklar ve sesler, ne çok şahaneliği yaşamaya engel olan, bal mumundan heykeller ve dekorlar gibilermiş, anlarsınız. En içinizdeki bu mutlak noktaya ve an’a dokunabilmek için, evvela, bir yalnızlık, bir silkeleniş gerekliymiş, bilirsiniz.

Bir de müezzin, bu pembe bulutlu serin akşamda, ezanı pek içten okumuştu herhalde, diye geçer aklınızdan sonra bir an.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ayşe Aslı Duruk Arşivi