Mevlevi sofraları
Yine birilerinin “Kral çıplak” demesi gerekti. Bırakın elini taşın altına koyan o aklı evvel de ben olayım.
Şöyle anlatayım…
Şehir dışından gelen misafirlere Konya’yı kısaca da olsa gezdirip tanıtma işini severek üstlendim geçtiğimiz hafta sonu. Tabi olmazsa olmaz, Mevlana Müzesi, Türbesi ve civarını gezdik. Ardından da insan bu, yemek yemesi gerekiyor, o halde ver elini yöresel Konya mutfağı…
İşte beni bunları yazmaya zorlayan şey de tam olarak bu noktada başlıyor ki, yalnızca tek bir lokantada değil, bir çoğunda ‘Mevlevi Sofrası’ başlığı altında menüler arz ediliyordu müşterilere. Pardon, ‘misafirlere’ demeliydim! (Öyle denince daha nazik duruyor, sanki misafirlerden para alınırmış gibi normalde. Hesap ödeyen misafir gördünüz mü siz hiç daha önce?)
Kelimelerin ve manalarının içinin ne kadar boşaltıldığını anlatacaktım zaten. Tırnak içindeki cümlenin kiri, bunu yeterince belli etmiş olmalı şimdiden. Ve bizi ilkin bu müşteri-misafir çelişkisinin karşılaması da ironik ve yerinde oldu tabi.
Fakat esas konum, o menülerle ilgili olacak daha ziyade. İçinde çorbaların, sarmaların, böreklerin, salataların, et yemeklerinin ve tatlıların yer aldığı dervişane(!) menüler. Pardon ama ‘bir lokma, bir hırka’ felsefesi yok muydu bu işin içinde? Dervişler öyle menülerle mi karınlarını doyururlardı sahiden? Doyururlar mıydı hatta?
Mevlevilik diye pazarlanan bu zenginlik, hiç de fakir işine benzemiyordu ki! Fakirlik, evet… Dünyevi ve şehvani olan her türlü zevk ve lezzetten bedeni ve nefsi halas ederek, ruhsal mertebenin çıtasını yukarılara taşıyabilmek için gerekli olan o fakirlik. Kaldı ki, dervişler kendilerinden söz etmeleri gerektiği zaman “bu fakir…” diye başlarlar sözlerine. Özne, fakirdir yani. İşte bir lokma ile doyup bir hırka ile yetinmek, falan... Oysa, ohoo! Gelsin sarmalar, gitsin kebaplar. Tıka basa. Midemiz bayram etsin!
Açıkça ticaret yaptıklarını söyleseler, elbette sözümüz yok. Fakat Mevlevilik gibi uhrevi ve ulvi bir kavramın içinden tüm manayı ve ruhu çekip alarak bu işin tamamen ticarete dökülmesine; bu yozlaşma ve bayağılaşmaya karşıyım. Sahi, samimiyetsizlik diye, neye denilirdi bir de?
Buraya kadar henüz yazmamış olduğum önemli bir detaya geldi şimdi sıra. Mevlevi(!) sofrasına kurulmuştuk ya hani… İlkin masaya konan birkaç çeşit tabağın birisinin içerisinde tuz ve kurumuş ekmek duruyordu. Tabi şehri ziyaret eden yerli ve yabancı turistlere, bunun sebebi açıklanmalıydı. Hoş, yerliler de bu durumdan bihaberdi aslında. Kendimden biliyorum. Sonuçta, gerekli olan açıklama, masayla ilgili kişi tarafından yapıldı. Meğer dervişler, yemeğe, kurumuş ekmeği tuza banarak başlarlarmış. Ne için? Yeme arzusunu köreltmek için! Ne diyelim? Bu adanmışlık ve ihlas dolu eylem de, üzerinde az sonra et yemeklerinin ve çeşit çeşit tatlının yeneceği masaya meze edilmişti ya…
Ve masaya bırakılan kabarık hesap da ödendikten sonra, müşteri değil de misafir olduğumuzdan bir kez daha emin olduk. Tabi misafirliğin de kısası makbuldür ya, oturduğumuz masanın yarım saat sonrası için başkalarına ayırtıldığını hatırlattı bize son olarak, ilgili kişi. Yenilen onca yemekten sonra damağımda kalan, en baştaki kuru ekmek batırılan o tuzun tadı oldu böylece.
Kültür yozlaşması, mana kayıpları ve suistimallere karşı hiçbir tepki vermeyen bir toplumu oluşturan bireyler, iş, kendi kişisel çıkarlarına gelince aslan kesiliyordu oysa. Arabayı park yerinden çıkartırken yanlışlıkla kısa bir süre için önünü kapattığım ve ardından kendisinden özür dilediğim sürücü, eteğine toz konduğu için kızgınlığını son derece kaba bir şekilde ortaya koyarken, işte böyle düşündüm. Aynı kişi, bu Mevlevi(!) yemeklerine karşı da böyle gürültülü bir ses çıkartmış mıydı hiç acaba?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.