Mavi Orman
Yürüyüş yapmanın sırf kendisi bile başlı başına meditatif bir eylem olabiliyor. Hele de artık ezberlenen bir güzergah takip ediliyorsa. Yürümek zaten her bir adımını önceden düşünerek attığımız değil, refleks haline gelen bir iştir. İşte bir de buna, trafiğe uzak oluşu ve rotanın da avuç içi gibi bilinmesini ekleyin. Beynin neredeyse devre dışı kaldığı bir nevi meditasyon hali ortaya çıkıyor işte o zaman. Dolayısıyla zihnimi oradan oraya özgürce uçması için serbest bıraktım ben de o günkü yürüyüşümde.
İzleyebildiğim ama tutamadığım kadar uzaklara gitti zihnim. Daldan dala konan, uçarı ve haşarı bir şeye dönüşmesine izin verip sadece seyrettim onu, hiç ses etmeden. Fakat konduğu o dalların ağaçları, üzerine hüzünden bir sisin ya da pusun çöktüğü, geneline ise yeşil değil de mavi rengin hakim olduğu bir ormana aitti. Mavi orman…
Yıldızlı bir gecenin loş aydınlığı sayesinde seçebiliyordum bu rengi. Hüznün rengini. Neden hep mahzun bir şeyler vardı bu ormanın dünya dışı atmosferinde, bilemedim. Büyük ihtimalle bu, yaşanmışlıklardan devşirilmiş ve toplanmış bitkilere ait olduğundandı, bu ormanın. Hayaller gibi “çat!” diye kırılan cılız dalların sesleri kuşatmıştı bir de hep, ormanı. Yaz gecelerinin hiç susmayan cırcır böceklerininki gibi bir ses. Gözlerimi ısrarla kısıp, görüntüleri daha net seçebilme arzusuna kapıldım sonra birden. Bir de ne göreyim… Her bir ağacın gövdesine, geçmişimde tanıdığım farklı farklı insanların suratları oyulmuştu! Unutulamayan her şey, uzanamayacağım kadar dip derinlere böyle böyle kök salıyordu demek ki. Bu mavi ormanda, herkesin birer ağaca dönüşmesinden dolayı. Ormanın lanetiydi bu: çıt çıt kırılan hayal dallarının sesleri ve ağaç gövdelerine oyulmuş suratlar… Yıldızlı bir gecedeki nemli ve mavi bir orman görüntüsü, olsa olsa bir kartpostalı çağrıştırabilecek kadar büyülü ve çekici geliyor kulağa oysa, ilk anda. Fakat uzaktan hoş gelen davul sesinin, yakınlaştıkça kulak patlatan gürültüsünden başka bir şey değil aslında o çağrışım.
Ve…
Yürürken tam bu sırada ayağıma takılan taşın, adımımın önüne denk gelen varlığı için binlerce kere şükrettim o an; zihnimi oradan çekip aniden başımın içine geri koyduğu için. Gerçek dünyaya. Buraya. Bu anilik, vurgun yememe sebep olmuştu ama hiç sorun değildi bu. Çünkü canımı sıkan sevimsiz bir ormandı o. Dönmek güzeldi, her şeye rağmen. Vurguna rağmen.
Yürüyüşüme kaldığım yerden devam ettim ardından. Bu sefer bir ormana falan değil de, içinde mütemadiyen alarm seslerinin duyulduğu kaos dolu, tüyler ürpertici, bembeyaz, bomboş ve genişçe bir odaya girdi zihnim. Bugünümle ilgili her şey bu odadaydı şimdi: renksizlik, boşluk ve bunlara rağmen bir kaos ve huzursuzluk… Ve size söyleyeyim mi, ayağıma takılan o taştan sonra yürüyüşümün sonuna kadar da aklım başımdaydı hep zaten; zihnim ise hemen başımın oralarda bir yerlerdeydi. Meditatif hal, beni terk etmişti yani. Çünkü artık o bilindik rotadan sapmış ve trafiğin yoğun olduğu bir caddeye girmiştim, evime doğru. Az sonra da evimdeydim zaten. Bugünümde.
Maskemi çıkartıp derin bir nefes aldım önce, müthiş bir hasretle. Sabunlardan sabun; kolonyalardan kolonya beğendim. Tehlike çanlarının çaldığı, o kaos dolu, beyaz ve boş odanın içindeydim işte şimdi, tam olarak. Bir boşluğun en lanetli koordinatının üzerinde. Sonra o günün korona tablosu yayınlandı televizyonda. Bilançosu. Şimdiye kadar çoktan biteceğini sandığım ve hayatı felç eden salgın, değil stabil kalsın; artıyordu bir de günden güne! Bu virüsün geçmişe, o ormana kötü bir anı olarak yerleşip kök salmasına kim bilir daha ne kadar vardı? Bir ağaç gövdesine oyulacak olan yüzü, neye benzeyecekti acaba? 2021? 2022? Ya da hangi yıldaki bir yürüyüşümde karşılaşacaktım onunla, geçmişe ait olan o mavi ormanda?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.