Marşımızı Anlamak ve Bayrağı Yükseğe Kaldırmak
Marşın alıştığımız mısraları, belki bize çok iyi anladığımızı düşündürtüyor ama genel Türkiye manzarasına, umumî ahvalimize bakınca, tam tersi bir istikamette yol aldığımızı görüyoruz.
Anlasaydık; mütecaviz Batı’ya karşı kuzuların sessizliğini oynamazdık.
Tepe noktasındaki kimilerinin zilletini, kulluğunu konuşuyor olmazdık.
Anlasaydık, marşımızda geçen hürriyet, istiklâl gibi başlıca kavramları anlamlandırır, hakkını verir, çiğnetmezdik.
İstiklâl Marşını Anlamak, dünkü bugünkü ortamı değerlendirmek; geleceğini emin, sağlam temeller üzerinde kurmak ve bir savaş vasatının şartlarını ortadan kaldırmakla mümkün olur ancak.
Son zamanlarda Ermenileri, Rumları, devlet eliyle Yunanlıları katlettiğimiz propagandası yapılıyor. Üst düzey yöneticilerimizin konuşmaları, yaptıklarımızı(!) mazur göstermek için ileriye dönük hamleler şeklinde tezahür ediyor. İçeriye de dışarıya da özür borçluyuz; “suçtan”, mahkûmiyetten bir türlü kurtulamıyoruz.
İşgal döneminde düşman bayrakları asılırdı. Oysa şimdi soyut bir işgal altındayız. Yabancı dilli tabelalar, Türk kimliğine yönelik suikastlar, azınlık durumuna düşürmeler, karanlık uygulamalar, yabancı sözler, İngilizcenin saltanatı, Kürtçenin ayrılıkçı siyasetlere paralel güçlendirilmesi; içimizi, manevî hayatımızı kuşatmış bir yabancı tahakkümü, aykırılığı…
İstiklal Marşımızı Anlamayanlar, millî bayramlarımızın kutlanmasını istemeyebiliyor.
Emperyalizme karşı bir mücadele ruhunu, şuurunu kaybediyoruz.
Düşman askeri bile, hoşgörüyle alabildiğine sevimlileştirilmiştir; “şehitlik” neredeyse herkesedir, hiçbir şartı, kıstası ve böyle olunca elbette ki “itibarı” yoktur. Zaten kim “asker” olacaktır?
Bir uyanış, diriliş sağlayacak, ışıklı bir yol açacak aydınlar; kendi halkının, milletinin yanında değildir.
Değerlerimiz; basın-yayınca da, dört koldan darbe yemektedir.
Ruhumuz türlü kılıklara sokulmakta, şebeklikten bukalemunluğa, koyunluğa geçmekte; binbir kisve değiştirerek, renkten renge girmektedir. Bu millet sanki baş(ını) yitirmiştir.
…
On yıl önce kaybettiğimiz Şeyhülmuharrirîn Ahmet Kabaklı beyefendi ile ilgili bir hatırayı, arkadaşı Altan Deliorman şöyle anlatmaktadır:
“Onunla yeni tanıştığım sıralardaydı. Bir gün Millî Işık idarehanesinin üçüncü kattaki penceresinden Nuruosmaniye Caddesi’nin hareketli kalabalığını seyrediyordum. Karşı kaldırımda yürüyen bir adam önce durakaldı sonra eğilerek yerden bir kâğıt parçasını alıp yüksekteki duvar çıkıntısına bıraktı. Dikkatli bakınca, o kâğıt parçasının, Hürriyet gazetesinin başlığı yanında yer alan ve altında “Türkiye Türklerindir” yazısı bulunan bayrak resmi olduğunu gördüm. Gönlü, kutsal bir emanetin ayaklar altında ezilmesine razı olmayan bu adam, Ahmet Kabaklı’ydı. Onun bu hareketini kimse fark etmemişti, benden başka. Sonra, dimdik adımlarla yürüyüp bir sokak ötedeki Tercüman’a gitmek üzere, Anadolu Ajansı’nın köşesinde kayboldu.
“(…) Benim nazarımda o “bayrağı yükseğe kaldıran adam’dı ve hep öyle kalacaktı. ‘Bayrağı yükseğe kaldıran adam’… Onun fikir, yazı ve mücadele hayatı, bir bakıma işte bu dört kelimeyle özetlense yeridir.
“Ahmet Kabaklı, ömrünün sonuna kadar millî ve manevî değerlerin bekası için mücadele etti.”(Türk Edebiyatı Dergisi, Şubat sayısı, 2011)
Şimdi, zoraki sığıştığımız Anadolu topraklarında 40 çeşit bayrak dikilmeye, dalgalandırılmaya çalışılıyor.
Onlarca kilise canlandırılır ve kalkındırılırken yükselteceğimiz bayrak kimindir; üzerinde asıl parlayan ay-yıldız mı olacaktır, yoksa başka bir sembol mü?
Bizim, Mehmet Âkif, Ahmet Kabaklı gibi bayrağı, vatanı, milleti ayağa kaldırıp şerefle yükseltecek, şuurlu aydınlara, hayatı mânâlandıracak gözü pek kahramanlara ihtiyacımız vardır.
Marşımızı, yazıldığı ortamı, modern barbarları tanıyıp anlayanlar, bayrağımızı da yere düşürmemeye ve yükseltmeye çalışıyorlar.
Dün de bugün de, onlar sayesinde varlığımızı idame ettiriyoruz.
Ruhları şâd olsun!
Anlasaydık; mütecaviz Batı’ya karşı kuzuların sessizliğini oynamazdık.
Tepe noktasındaki kimilerinin zilletini, kulluğunu konuşuyor olmazdık.
Anlasaydık, marşımızda geçen hürriyet, istiklâl gibi başlıca kavramları anlamlandırır, hakkını verir, çiğnetmezdik.
İstiklâl Marşını Anlamak, dünkü bugünkü ortamı değerlendirmek; geleceğini emin, sağlam temeller üzerinde kurmak ve bir savaş vasatının şartlarını ortadan kaldırmakla mümkün olur ancak.
Son zamanlarda Ermenileri, Rumları, devlet eliyle Yunanlıları katlettiğimiz propagandası yapılıyor. Üst düzey yöneticilerimizin konuşmaları, yaptıklarımızı(!) mazur göstermek için ileriye dönük hamleler şeklinde tezahür ediyor. İçeriye de dışarıya da özür borçluyuz; “suçtan”, mahkûmiyetten bir türlü kurtulamıyoruz.
İşgal döneminde düşman bayrakları asılırdı. Oysa şimdi soyut bir işgal altındayız. Yabancı dilli tabelalar, Türk kimliğine yönelik suikastlar, azınlık durumuna düşürmeler, karanlık uygulamalar, yabancı sözler, İngilizcenin saltanatı, Kürtçenin ayrılıkçı siyasetlere paralel güçlendirilmesi; içimizi, manevî hayatımızı kuşatmış bir yabancı tahakkümü, aykırılığı…
İstiklal Marşımızı Anlamayanlar, millî bayramlarımızın kutlanmasını istemeyebiliyor.
Emperyalizme karşı bir mücadele ruhunu, şuurunu kaybediyoruz.
Düşman askeri bile, hoşgörüyle alabildiğine sevimlileştirilmiştir; “şehitlik” neredeyse herkesedir, hiçbir şartı, kıstası ve böyle olunca elbette ki “itibarı” yoktur. Zaten kim “asker” olacaktır?
Bir uyanış, diriliş sağlayacak, ışıklı bir yol açacak aydınlar; kendi halkının, milletinin yanında değildir.
Değerlerimiz; basın-yayınca da, dört koldan darbe yemektedir.
Ruhumuz türlü kılıklara sokulmakta, şebeklikten bukalemunluğa, koyunluğa geçmekte; binbir kisve değiştirerek, renkten renge girmektedir. Bu millet sanki baş(ını) yitirmiştir.
…
On yıl önce kaybettiğimiz Şeyhülmuharrirîn Ahmet Kabaklı beyefendi ile ilgili bir hatırayı, arkadaşı Altan Deliorman şöyle anlatmaktadır:
“Onunla yeni tanıştığım sıralardaydı. Bir gün Millî Işık idarehanesinin üçüncü kattaki penceresinden Nuruosmaniye Caddesi’nin hareketli kalabalığını seyrediyordum. Karşı kaldırımda yürüyen bir adam önce durakaldı sonra eğilerek yerden bir kâğıt parçasını alıp yüksekteki duvar çıkıntısına bıraktı. Dikkatli bakınca, o kâğıt parçasının, Hürriyet gazetesinin başlığı yanında yer alan ve altında “Türkiye Türklerindir” yazısı bulunan bayrak resmi olduğunu gördüm. Gönlü, kutsal bir emanetin ayaklar altında ezilmesine razı olmayan bu adam, Ahmet Kabaklı’ydı. Onun bu hareketini kimse fark etmemişti, benden başka. Sonra, dimdik adımlarla yürüyüp bir sokak ötedeki Tercüman’a gitmek üzere, Anadolu Ajansı’nın köşesinde kayboldu.
“(…) Benim nazarımda o “bayrağı yükseğe kaldıran adam’dı ve hep öyle kalacaktı. ‘Bayrağı yükseğe kaldıran adam’… Onun fikir, yazı ve mücadele hayatı, bir bakıma işte bu dört kelimeyle özetlense yeridir.
“Ahmet Kabaklı, ömrünün sonuna kadar millî ve manevî değerlerin bekası için mücadele etti.”(Türk Edebiyatı Dergisi, Şubat sayısı, 2011)
Şimdi, zoraki sığıştığımız Anadolu topraklarında 40 çeşit bayrak dikilmeye, dalgalandırılmaya çalışılıyor.
Onlarca kilise canlandırılır ve kalkındırılırken yükselteceğimiz bayrak kimindir; üzerinde asıl parlayan ay-yıldız mı olacaktır, yoksa başka bir sembol mü?
Bizim, Mehmet Âkif, Ahmet Kabaklı gibi bayrağı, vatanı, milleti ayağa kaldırıp şerefle yükseltecek, şuurlu aydınlara, hayatı mânâlandıracak gözü pek kahramanlara ihtiyacımız vardır.
Marşımızı, yazıldığı ortamı, modern barbarları tanıyıp anlayanlar, bayrağımızı da yere düşürmemeye ve yükseltmeye çalışıyorlar.
Dün de bugün de, onlar sayesinde varlığımızı idame ettiriyoruz.
Ruhları şâd olsun!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.