Korona
Herhangi bir ağırlığı taşımanın zorluk derecesi hem o ağırlığın miktarı hem de onu taşıma süresine göre değişkenlik gösterir.
Örneğin, yarım litrelik dolu bir pet şişeyi birkaç dakika için kolunuzu kaldırarak havada tutmak pek de zor gelmez. Fakat onu saatlerce o pozisyonda tutmak, her yiğidin harcı değildir.
Hasılı, sürenin uzaması o ağırlığı; soyut ya da somut olan her türlü yükü katlayıp çoğaltır. Arttırır.
Buraya kadar hemfikir olduğumuzu düşünerek -ki zaten bu kişisel bir tespit ya da yorum değil, fiziki bir yasadır- bu konuyu bağlamak istediğim yere geliyorum.
Korona diyecektim… Demez olaydım!
Evet yine korona, hala korona. Hay… Bitmeyen yılan hikayemiz! “Bununla ilgili bu son yazım olsun” temennileriyle yazdığım birkaç yazının ardından, teslimiyet ve yılgınlıkla yine aynı yere dönüyorum şimdi ne yazık ki. Kendimden utanıyorum.
Fakat şartlar beni buna; yine bunları yazmaya zorluyor maalesef. Zira önüm, arkam, sağım, solum yine korona, hala korona!
Bundan 1 küsur yıl önce, hani yaz aylarında biter sandığımız meret, tam da o zamanlar son bulsaydı, o maskeler, kolonyalar ve dezenfektanlarla olan ilişkimiz doruk noktasındayken, fazlaca yüz göz olmamışken her şey gerçekten bitseydi yani, şimdi ne bu kadar yorgun, ne kırgın, ne de yılgın olurduk. Ama olmadı. Bitmedi. “Seneyi bulacak demek ki” dedik. Buldu da. Yine bitmedi. Eh bari 1 buçuk yıl sürseydi? O 6 aylık zaman dilimi biz faniler için yeterince anlamlı ve uzundur da… Ama yine olmadı, azizim!
20 ay oluyor şimdi. Birkaç aya kadar 2. yılımız dolacak demek ki. Peki siz, artık oralı bile olmayacak kadar bezerek pes ettiğimi biliyor musunuz benim?
O yarım litrelik pet şişenin şimdi tonlarca kiloyu bulan ağırlığını yüklenmeyi reddediş, bundan bir kaçış gibi? Doğal olarak yapılan bir kendini koruma, bir nevi nefsi müdafaa gibi?
Gözümü de en başından bu yana yaptığım şekilde, yayınlanması için her akşam yolunu gözlediğim günlük tablolardan çekmeyerek yapıyorum üstelik, bu boş vermeyi. “Benden bir cevap bekleme ama beni sevdiğini bana hep söyle” diyen, aslında çok çok umursayan ama bunu belli etmeye cesaret edemeyen zavallı bir aşık misali.
Az önce de söylediğim gibi, bir çoğumuzun hayatında ilk kez tanışıp kullandığı maskeler ve bilimum hijyenik maddelerle olan ilişkimiz son derece aşınmış, yıpranmış, tadını ve heyecanını kaybetmiş durumda şimdi. Yalnızca benim için değil, gördüğüm neredeyse her insanın üzerinde bu aynı şeyi izleyebilmek mümkün. Kimse maskesine eskisi kadar değer vermiyor, sahiplenmiyor ve herkes onu başından, ağzından ve burnundan bir an önce savmanın yollarını arıyor.
Buluyor da. Nefes alma hürriyeti diye son derece cazip, baştan çıkarıcı ve tahrikkar bir arzu gıdıklamaya başladı her birimizi. Gülesimiz var. Öpesimiz, sarılasımız, kucaklayasımız ve öksüresimiz… Hiçbir şey yokmuş gibi -tabi en azından aşılarımızı yaptırdıktan sonra- hayatın doğal akışına kendimizi bırakarak yaşamayı mı öğrenmeli, ya da başka bir ikinci seçenek de bulamıyorum ki buraya yazılabilecek, ne yapmalı, bilmiyorum ki… O yarım litrelik pet şişe daha fazla tutulup kaldırılamayacak kadar ağırlaşmışken, dedim ya, gözümü de günlük tablolardan bir günlüğüne bile ayıramıyorken, ‘ah bu ben kendimi nerelere koysam’? Yanımdan geçenlere, yanından geçtiklerime, daha doğrusu tüm bu etkileşim potansiyeli taşıyan insani eylemlere karşı, o sırada belki çene altına indirilmiş olan maskelerin ani ve sert bir refleksle tekrar burun üzerine çekilmesine, aslında son derece kaba saba bulduğum bu harekete, aman Allah’ım bu huzursuzluğa ve şüpheciliğe daha ne kadar dayanılır, bilmiyorum.
Çok uzadı be hocam! Tadı varsa kaçtı diyesim geliyor da zaten en başından beri acı bir zehirdi, söz konusu olan salgın bir hastalık olduğu için.
Dolayısıyla o pet şişe de yarım litrelik değildi. Bir de zamanı ekleyin bunun üzerine tabi. Ama dedim ya, artık umursamıyorum, umurumda bile değil.
Fakat yine de o beni hep sevdiğini söylesin bana… Zira gözlerim her gün aynı saatlerde hep onu takip ediyor; günlük tabloları.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.