İçimizdeki Çocuk
O yazı ağustos böceği gibi yan gelerek harcamak yerine üretken ve verimli bir şekilde geçirmeliydim. En azından birkaç tabloyu boyayıp bitirecektim. Onca zamandır bu işi boşladığım yeterdi. Ortaya doğru düzgün bir şey çıkmamıştı aylardır. Atölyenin anahtarından bir tane de kendim için yaptırmıştım. Toplamda 10 15 kişinin kullandığı atölyenin.
Aylardan hazirandı. Demek ki 3 ay daha vardı eylüle. Yok, eylülde bir şey olacağından değil. Fakat bir işi ‘kafaya koymak’ insanın öyle bir zaman sınırı belirlemesine ve böylece de vaktini daha etkin bir şekilde değerlendirmesine olanak tanıyabiliyor. Bu iyi bir şey. Şu 3 ayın içerisinde bakalım kaç tane tuvali, tablo olmaya terfi ettirebilecektim?
Ve biliyor musunuz, bazı günler, her nedense, diğer günlere nazaran çok daha verimli geçer. Tabi taşa tohum ekmekle sonuçlanan beyhude çabalayışlar da mevcuttur bazı vakitlerin içerisinde. Fakat o gün eşref saatine denk gelmiş ve tatmin edici bir miktarda ve şekilde çalışabilmiştim. Ektiğim tohum taşa değil, bereketli bir tarlanın toprağına düşmüştü demek. Artık gönül rahatlığıyla eve dönebilirdim. Hem tuval de kurumuş olurdu biraz.
Ertesi gün atölyeye geri döndüğümde ise, küçük bir şok yaşamıştım. Hatta pek de küçük değil, orta şiddette olduğunu söyleyebilirim bu sarsıntının. Neden mi? Çünkü henüz bitmemiş olan resmimin üzerinde boya lekeleri vardı! Kapatılması neredeyse imkansız olan koyu renkli ve kocaman lekeler. Bu arada böyle ortaklaşa kullanılan yerlerde herkes kendi çalışmasını rahat bir şekilde bırakıp gönül rahatlığıyla oradan ayrılabilir çünkü bilir ki kimse kimsenin işine asla dokunmaz. Sessizce yapılmış bir antlaşmadır bu. Namus gibi, yemin gibi saygı gösterilen ve uyulan bir kuraldır. Oysa benim tuvalimin üzerindeki lekeler, masumca ve yanlışlıkla oraya sıçramış gibi görünmüyordu. Asla. Görseniz kesinlikle hak verirdiniz bana: ortada buz gibi bir kasıt vardı. Allah Allah! Peki kim yapmış olabilirdi ki bu düşmanlığı?
Atölyeyi kullanan o 10 15 kişinin birkaçı da çocuktu bu arada. Fail, onlardan birisi olmalıydı. Gerçi hepsini de görmüşlüğüm ve hepsiyle tanışmışlığım vardı. Çok güçlü olmasa da sıcak bir bağ kurulmuştu her birisiyle aramızda. Ama çocuk işte! Ne kadar güvenilebilir ki? An gelir, sırf bir yasağı delmenin yaşatacağı heyecanı ve lezzeti tatmak için akla gelmez bir işi yapmayı göze alıp kafaya koyabilir. Ve şansa bakınız ki, yaşları 7 ila 9 arasında değişen ve mevcutları 4 kişiden oluşan çocukların hepsi, evet dördü birden, tam ben hiddet ve hüsran içinde atölyeden çıkmaya hazırlanırken kapıda beliriverdiler! Gökte ararken yerde bulmanın sevinci geçip gitti içimden bir anlığına. O duygu, daha uzun bir süre içimde tutunup barınacağı bir zemin bulamamıştı kendisine tabi. Dedim ya, hiddet ve hüsran kaplıydı içim daha ziyade.
“Çocuklar!” dedim. “Buraya bakın bir”. Tabloyu gösterirken bu durumdan onları sorumlu tuttuğumu saklamaya hiç gerek görmedim. Bilakis, yaşattıkları hayal kırıklığının yol açtığı kızgınlığı gözlerine sokup birkaç sitemli söz de savurdum. Fakat yeni nesil işte… Bunu onlardan birisinin yapmadığını kendi gözlerimle görebilmem için küçük bir kamera yerleştirmemi önerdiler, tuvalin yakınına. Hatta bu işi ta kendisi de yapabilirdi içlerinden birisi, söylediğine göre. Kabul edince, bir koşu evine gidip ufacık bir kamerayı aldı ve yerleştiriverdi birkaç dakikanın içerisinde, tuvalimin üzerinde durduğu şövalemin bir köşesine. Ablasından ödünç almış. Fakat bu kamera dedektifliğini yapamayacağımı söyleyince, bu heyecanlı işi havada karada kendileri üstlendiler. Tıpkı beklediğim gibi.
Birkaç gün bekledim. Atölyeye hiç uğramadım. Sonra elektronik posta kutuma çocuklardan gelen bir mail düştü bir gün. Kamera kaydının 25 saniyesini video olarak kesip göndermişler. Tabi heyecanla videoyu açtım ve bir de ne göreyim! Bu çocuksuluğu kendisinden en beklemeyeceğim insan, 65 70 yaşlarındaki bir adam, atölyemizin en yaşlı ve kıdemli ‘abisi’ kendi çalışmasını bitirdikten sonra gelip benim orada duran başka bir resmimi boya lekeleriyle dolduruyordu. Kasten, bilerek… Bana şahsi bir husumetinin olmadığından emin olduğum bu adam, sırf yaramazlık olsun diye böyle bir şey yapıp eğleniyordu demek ki.
Ardından kime ne diyeceğimi bilemedim. Çocuklara teşekkür ettim yalnızca. Onları boş yere suçlamış olduğum için gönüllerini de aldım. Videoyu adama gösterip onu utandırmak da istemedim bir yandan. Ağır başlı ve vakur bir görünüşü vardı hep. Ama demek ki eğlenmiş işte, ne yaparsınız? Başkasının değil, nedense benim tuvallerimi seçmiş bir de nedense. Sebebini hiçbir zaman sorup öğrenemeyecektim elbette. Eğlensin o halde. Neşesi yeter. Zaten bu işi yaparken yüzünde daha önce hiç görmediğim gizli ve hınzırca bir tebessüm vardı videoda. Fakat o değil de, herkesten her şeyin bekleneceğini bilirdim ama bu kadarı… Olsun canım. İçimizdeki çocuğu hep yaşatmak lazım, öyle değil mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.