Ayşe Aslı Duruk

Ayşe Aslı Duruk

Hançer

Hançer

Sen güzel bir resim; eserim olacaktın. Benim.

İlham verdin bana. Ama ne esin...

Gittim bir tuval yaptırdım ilk başta. Şehrin en iyi ustasına. Götürüldüm aslında, gitmekten çok. İçimde öyle çok kelebek vardı ki o günlerde, nasıl diyeyim, o güçsüz kuvvetsiz ve uçuşkan şeyler, sayı çoklukları sayesinde kendi istedikleri tarafa doğru çekip götürdüler beni hep. En iyi ustanın adresini onlar biliyorlarmış... Malzemesi pek bir kaliteli, ebatı bize özgü bir tuval olacaktı bu. Oldu da. Oldu. Öyle yaptırdım; bize özel.

Sıra boyalara geldi. Su bazlı boyalar ilk tercihimdir normalde ama daha esaslı, kallavî ve ağırlığı olan boyaları tercih ettim bu kez senin için, tüm o yağına ve tinerine rağmen. Yaglı boya aldım.

Fırçaları soracak olursan, ah hep o uçarı ve havai kelebeklerin işi, boy boy ve farklı kalınlıkta bir sürü fırça aldırdılar bana. Bir sürü! Gerek var mıydı o kadarına? İsraf, masraf... Havai kelebekler işte! Akılları bir karış havada...

Seni çizecek, boyayacak, ya da ne bileyim, seninle ilgili bir resim yapacaktım sonuçta. Benim... Değerdi buna aslında. İlk kez öylesi olacaktı, hem. İlk kez o kadar benim, benden, hem içime sinen hem de heyecanlandıran bir şey olacaktı bu. Aklımın kabul ettiği, vicdanıma yatan ve gönlümün istediği. Sanki yıllardır onca tabloyu, işte yalnızca o an için boyamışım gibi. Bardaktan taşıp ağzıma dökülen son ve asıl damlam, ab-ı hayatım, susuzluğumu ömür boyu dindirecek olan kutlu içeceğim olacaktın sen.

Fakat kelebeklerin ömrünün ne kadar kısa olduğunu unutmuşum ne yazık ki. Akıl başta mıydı sanki? Dahası, yalnızca ölmekle kalmayıp, bambaşka varlıklara dönüşmeye başladılar bu lanetli varlıklar, zamanla. İğrenç zombilere. Fakat size kelebekleri değil, resmi anlatmak istiyorum şimdi asıl. Daha dogrusu, resmi yapmaya çalıştığım süreci. Kendisi hiç bir zaman ortaya çık(a)mayan resmi.

Tuvalden yana bir sorun olmadı hiç aslında. Zeminden yana; akıldan ve somut değerlerden yana. Ne var ki, boyalar... Renkler... Ah! Mavi diye palete sıktığım sarı; sarı diye sıktığım da bordo çıkıyordu; beklediğimden farklı renkler hep yani.

Ne mi yaptım? Eh... Karşımda koca tuval, edilmiş onca masraf ve kurulmuş bir dolu/boş hayal varken pes edecek değildim hemen öyle tabi. Bir şeylerin en başından beri yanlış gittiğini anlamama rağmen, ister kahramanca bir kararlılık, ister gözü kara bir hırs deyin, zararın neresinden dönülse kârdır demeden, kârı falan hiç hesap etmeden devam ettim hep. O resmi yapmak için çabalamaktan hiç vaz geçmedim. Sırtımdan hançerleyen, kandıran ve aldatan onca rengin varlığına rağmen.

Sonra ne olduysa, bardaktan taşan son damlanın artık bir ab-ı hayat olmadığını anladım, sezdim ya da idrak ettim. Aksine taşan damla, kum saatinin son tanesinin sıvı bir ifadesiydi, o kadar. Karanlık, o sezişle birden bire aydınlandı. Sanki ilahi bir emrin kaçınılmaz buyruğuna tabi olan görünmez ve gizemli bir el, ışığı yaktı. Ve ateşi... Ateş yanınca da, tabloya dönüşmeyen tuvali verdim ona önce. Ateşe verdim, yansın. Artık, dönülen zararın kârı, onca zamana kadar onu hiç hesaplamamış olsam da, rızkım, bereketim ve kısmetimdi benim. İş, benim hesabıma falan bakmıyordu aslında yani. Bakmıyormuş. Bildim. Isındım bir de ısındım, o ateşle. Az mı? Tuval de, ustası da, renkler de, iğrenç bir başkalaşıma uğramış olan, zamanının o güzel kelebekleri de, karanlık da, ateşin ve zamanın içinde yok olup gideceklerdi. Nitekim, gittiler de.

Fakat hiç birinin arkasından su dökmedim. Su gibi geri gelmesinler diye.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ayşe Aslı Duruk Arşivi