Gönül Sana Nasihatım
“Kimse görmek istemeyen kadar kör değildir.” der hekimler hekimi İbn-i Sina.
Nasıl bir çağa denk geldik, gerçekten bilmiyorum, anlayamıyorum.
Yaprak döker bir yanımız,
Bir yanımız bahar bahçe…
Bu aralar her sabah kalktığım zaman tam olarak ruh halim bu oluyor. Gerçi artık sabahları kalkamıyorum çünkü gece gözüme uyku girmiyor. Yastığa başımı koymaktan ar ediyor, her yatışımda kabuslarla uyanıyorum.
Burçların etkisi var mı, bilmiyorum. Ama ben duygusal bir insanım. Hem de aşırı duygusal.
Deprem zamanını hatırlıyorum da. Allah bir daha yaşatmasın. Kaç gece kabuslarla uyandığımı, sayıkladığımı, hatta yanımdakileri korkuttuğumu hatırlamıyorum.
Şimdi de Filistin.
Yine, yeniden.
Sanki bir tekrar filmi izler gibiyiz, değil mi?
Belirli periyotlarda olan bu saldırılara da alıştık artık. Tepki veremiyoruz. Ya da artık içten içe biz de benliğimizden utandığımız için, elimizden bir şey gelmediği için, sakinleştik dikkat ederseniz.
Her seferinde daha çok içime kapanıyorum. Gönlümün sesini dinliyorum. Nasihat ediyorum. Dertleşiyorum. Kendime öğütler veriyor, sonra da hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Bir o kadar da insanlardan nefret etmeye başlıyorum. Özellikle nasibini alamamışlardan. Ya da maval okuma noktasında yüksek tahsil yapmışlardan.
Cahit Zarifoğlu merhumun dediği gibi, “Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle kemiğimle nefret ettim.”
Sonra düşünüyorum, “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” hadisini.
Belki de bu zulmü yapanlar daha iyi anlamışlar bu hadisi bizden diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü Müslüman liderlere bakarak halkın nabzını, tepksini ölçebiliyorlardır belki. Ve -sözümona- Müslüman nüfus yoğunluğuna sahip devletlere bakıyorum.
Hani derler ya, “Şu olsun, dişimi kıracağım!” diye.
Hakikaten öyle.
Adam akıllı tepki veren, yaptırım uygulayan bir tane olsun be. Ellibeş civarı devletten bir tanesi de kınama veya yas ilan etmek dışında bir şey yapamaz mı? Ya da yapıyorsa da pazarlıksız, hesap yapmadan yapamaz mı?
Kıbrıs Barış Harekatı aklıma geliyor sonra.
Ya da Çanakkale, I. Cihan Harbi.
Hesapsız, kitapsız yapılan yardımlar.
Hani o beğenilmeyen ama şimdi mumla aranan Kaddafi’nin Kıbrıs’ta verdiği destek misalen.
Ya da toprak sattıkları, arkadan vurdukları iddia edilen halkların Çanakkale’ye, Cihan Harbine kadar gelip şehit olmaları geliyor aklıma.
Biz neyi kaçırdık, nasıl kaçırdık anlayamıyorum.
Ve nasıl bir tüketim çılgınlığı yaşamışsak, ölçülerimizi, değerlerimizi de tüketmişiz de haberimiz yok!
Sonra diyorum ki,
“Kalkma sakın! Yat ve uyu. Olanları hatırlamaman için ve maruz kalmamak için en iyi kaçış yolu bu. Sırtında yatak yaraları çıkana kadar uyu.”
Ama diğer yanım bastırıyor hemen ve aklıma geliyor o ayet, “İnziva arzu eden! Ey örtünüp bürünen! Ayağa kalk ve insanları uyar!”
Hayat işte…
Ölmek mi daha zor yoksa arkada kalmak mı?
Gazze, Filistin…
Bize bunu bir kere daha test ettiriyor.
O bebekler, çocuklar, anne ve babalar. Mücahit amcalar, ayakları öpülesi teyzeler.
Kardeşine şehadet getirtmeye çalışan ve daha on yaşına basmamış o abi. Ya da sabi.
Çocuklarının, ciğerparelerinin cesetlerini market poşetinde taşıyan baba.
Yaralı Gazzeli Mücahit amcamın hastanedekilere seslenişi geliyor aklıma, “Ağlamayı kesin. Burası cihat ve Ribat topraklarıdır! Canımız Allah yolunda fedadır.”
Biz ne yapıyoruz hakikaten?
Allah bizi affetsin…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.