Doğuş
Hayalin ve düşüncenin doğuşlarıyla; güzelliklere, inkişafa, tereddi ve karmaşaya, yıkımlara şahit oluruz. Hepsi insandan çıkar. Dünya aklımız(!), hülyalarımız ve fiillerimiz üstünde durur.
Neyin nereden zuhur edeceğini, karşılaşacağımız badire yahut ikramları bilemeyiz. Hayat mağlubuyken; bir müddet sonra sırrına eremediğimiz, o yenilgiden doğan galibiyet sevinciyle, talih hediyeleriyle göneniriz. En yıldığımız, defterin dürüldüğünü zannettiğimiz anda; kaç kere yerin dibine geçmişken, inanılmaz akla sığmaz bir şekilde, topraktan fışkırmış, neşet etmişizdir.
Doğuşları göremeyen felek küskünü “umutsuzluk”; kaderin sadece şanssızlıklara değil, yeni fırsatlara, kapı açılışlarına gebe olduğunu da idrak edememek demektir.
İlhamlar, yenilikler ortaya çıkmıştır. Doğuşlar ruha nüfuz etmiş, bizi estirmiş, yüceltmiş, köprüden, yardan, serden, dünyadan geçirmiştir.
Güzellik de buradadır. Meçhulün çiçek gibi önümüzde açılışı, zaman tohumunun yeşerip, binbir meyve vermesi. Telakkî, terakki.
Doğuşla, güzelliğin çekirdeği, muhabbetin mayalanışı.. mucize tanıklıkları.. şahadet açılımları, insanlık kazanımları…
Her çocukla doğan ümit, gene de her şeye rağmen ümit… Ne anlamlıdır bir bebeğin doğuşu. Erkek ve kadının ortaklaşa zaferi, aşk tebessümü, seçkinliğin hazzı.
Sevdiklerimizin dünyaya gelmesi kadar, bahar dirilişlerini, tabiattaki oluşları, maşerî hayatımızın doğuşlarını, bayramları, hayata attığımız önemli adımları da kutlarız. Güzel doğuşlar ürpertir, sevindirir, mevcudiyetimizi hissettirir.
Bazen ortada bir şey gözükmez, içimiz kıpır kıpırdır. Kalp mahsul verir; bir feyzin bereketin kucağında gölgelenir, neşelenip demlenir.
Gönlü imar eden “bilgeler” ise; her samimi okurunun, yönelenin, izleyicisinin gönlünde defalarca zuhur eder. Bir ebe, mürebbi, hekim olarak, mânâ doğuşlarına eşlik eder; bizi aguşunda besler.
İlklerin hayatımızda bir önemi varsa, aslında hep bir ilk, başlangıç, doğuş.. her zaman koşma ulaşma, ufuk… Özü muhafaza ederek değişim, zenginleşme…
Güneşin doğuşunu, ayı, yıldızları, kaderimizin gökteki açılımını bekleme… zamanı bükerken, son ânı kaldırma, ölümsüzlüğü yakalama, ebedî doğuşların ardında…
Ki bazıları, gökyüzünde, Samanyolu’nun bağ(r)ında dünyaya gelmiştir.
…
Doğuş bedel ister. Sancılıdır, bekleme zamanı, sabır, itidal gerektirir. Bazen, gayenize kavuşmak için bütün bir ömrü harcarsınız. Sevgili bir hedef olarak sizi koşturur durur.
Ve doğmak kadar mühim olan yaşamaktır. Fakat, ya nice “yaşamak”?
Çoğumuzun önemsediği doğum günü kutlamalarında –yıllık hayatımızda-; o sene nelere doğduğumuz, varoluşumuzda neyi gerçekleştirdiğimiz; ruhumuzdaki doğuşlarda kaybolduğumuz mu yoksa yükseldiğimiz mi; hayatımızın bir aldatmaca serüveninden ibaret mi olduğu ehemmiyet kazanır.
Yaşarken kaç kere ölür ve kaç kere doğarız? Bizden istenen ölmemiz mi doğmamız mı? Ölürken mi doğarız, doğarken mi ölürüz?
Güzelliğe, hayra doğacaksak ölmüş müyüz? Şerri kucaklayacaksak, doğmuş muyuz?
Varlığımız, kâinat göreceli ve hayalse; doğum ya da ölüm dediğimiz vakıa, bir sayıklama vehim midir; bizim aslında tek hayatımız mı vardır? Seyyah maceracı ruh, aslî yurdundan teferrüce mi çıkmıştır?
“Doğuş” belki de yeniden zuhur edeceğimiz, canlanacağımız, neşvünema bulacağımız yerlere gitmek.. taze başlangıçlar, çıkış ve noktalar bulmak…
Aşkın doğuşu, yürekte yeni cıvıldayışlarla cihanşümul sevgilerle uyanmak…
Hayatın gayesi ve hitamı ölmek değil, bilâkis yeniden doğmaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.