Çiçeği burnunda
Yakın zaman önce kendisine kanser hastalığı teşhisi konulan birisini görüyorum.
Ve konuya girmeden önce ufak bir antr parantez açalım şimdi. Kısaca, ‘kanser’ diye söz edilir bu durumda olanlardan genelde, öyle değil mi? “O kişi kanser”… Kalp hastalığı olanlara da “kalbi var” demek gibi. Hastalığın ismi, kişiyi tanımlar yani doğrudan. Oysa kelimeleri bu nevi yapıştırmamak lazımdır insanların üzerine, bana sorarsanız. Neyse, parantezi kapattık. Yakın zaman önce kendisine kanser hastalığı teşhisi konulan bu kadından söz edelim biz şimdi.
Kadının durumu, şimdilik iyi gidiyor. Tedavisi cevap vermiş. Konuşkanmış. ‘Şimdilik’in o kaygan zemininin üzerinde adımlıyor tabi. Ne olacağı belli değil. İstikbal ve akıbet, tamamen şüpheli. “Hayatta kimin ayağı yere ne zaman sağlam basabilmiş ki zaten?” diye sorsak, apayrı paragraflar açılır bu yazıda gerçi. Fakat konumuz, o kişinin durumunun bizlerce de biliniyor oluşu işte. Konan, bildirilen ve bilinen bir durum var ortada.
İçinde bu kadının ve başka birkaç kişinin daha bulunduğu ve benim de uzaktan izlediğim ortamda konuşulan konu, bir vesileyle, ölüme geliyor. Galiba az önce bir tanıdıklarının öldüğünden bahsetmişlerdi. O sırada kadının oğlu da yanında. 18’ine yeni girmiş, çiçeğini hala burnunda taşıyan oğlu. Çiçeğin düşmesine ve oğlanın meyve vermesine çok az kalmış gerçi. Belli ki üzerinde önceden uzun uzadıya düşünülmüş ve ıslak ıslak üzülünmüş bu son derece can sıkıcı ve mimli olan konu -ölüm konusu- açılınca, oğlanın çevresinde somut denebilecek yoğunlukta kara bir duman beliriyor. Annesinin ölmesinden kim korkmaz ki? Gözleri çok uzaklardaki belirsiz bir hedefe takılıyor, ağlamaklı. Fakat ağlamıyor. Ne münasebet! Henüz meyve vermemiş olmasına rağmen ‘erkekliği’ az çok sezmiş olmalı. Tabi o kara duman, oradaki herkesin çevresine de sirayet ediyor tüm bunlar olurken. Kadının ‘şimdilik’ iyi gidiyor oluşunun müphem hali, az önceki ölüm konusuyla birleşince, hepsini yere düşürüyor paldır küldür.
Sonra birisi uzaktan bana sesleniyor. Oturduğum yerden kalkıyorum. Onları izlediğim o aynı ortama tekrar geri dönmek üzere. Ama yok, “Aslı” dememişler. Nazlı’yı çağırmışlar. Bu isim benzerliğinin alışılmış cilvelerine ikimiz de sık sık denk geliriz onunla. O halde geri dönüyorum tekrar, kanser kadının, çiçekli oğlanın ve diğerlerinin yanına…
Fakat geriye döner dönmez bir şey fark ediyorum. Yüzümü döndüğüm anda, belli ki ben oradan hemen kalkınca açılmış olan uğursuz bir konunun aniden kesilmesine ve yüzlerdeki alaycı ve kötücül mimiklerin ansızın donmasına tanık oluyorum. Onlara doğru dönünce birdenbire yaşanan o yapay sükûnet, oradan kalkınca arkamdan konuşulduğunu su götürmez bir şekilde anlamama yol açıyor tabi. Demek, tanıdıklarının ölümü konusu, yani ölüm konusu bile, ortamı birkaç dakikalığına da olsa terk edişimin fırsat bilinmesine engel olamamış.
Üzülüyorum. Hiçbir şey anlamamış gibi yaparak yine yanlarına gidip oturmak zorunda kalışıma üzülüyorum. Hayatın bu politik olunması gereğine kızıp, en okkalısından bir küfür sallıyorum içimden! “Arkamdan konuştukları şey, hakkımda söylendikleri ve kendi aralarında gülüştükleri şey ne olabilir ki acaba?” diye düşünüyorum, gizlice. Üstelik ses etmeden ve uzaktan izliyordum ben onları sadece… Arkamı dönünce ne olmuş olabilir ki? “Keşke, pantolonumun üzerine uzun bir bluz indirse miydim oraya gitmeden önce acaba?” diye geçiyor içimden. Ne bileyim... Gözlerinin en çok nereye takıldığını tahmin edebilirim çünkü. Olasılığı en yüksek olan senaryo, bu ya da buna çok yakın bir şeydir herhalde. Başka ne olabilir ki? Belki de hakkımdaki bambaşka bir şeyi mevzu ettiler aralarında gerçi. Ne olduğunu nasıl bulabilirim ki? Envai türlü ihtimal var!
Fakat üzülüyorum işte. Çok. Kendim için değil de… Ardından, başka hiçbir söz söylenemeyecek bir konuyu konuşmuşlarken, ölüm gerçeğinden söz etmişlerken, kadının durumu ve aslında herkesin de durumu bu kadar hassas ve kırılganken… insanın hiçbir ders almayışından, kendini toparlamayışından, bir çeki düzene ve revizyona zahmet etmeyişinden dolayı üzülüyorum. Dillerinin üzerini uzun bir bluzla örtmedikleri için, çıplaklıklarına üzülüyorum. Dini terminolojide ismi ‘gıybet’ olan böyle günah, hain ve alçakça bir işi yaptıkları için, hadi tanrı tanımaz olsalar dahi, insanlığın kitabındaki bu zelilliği böyle meşruymuşçasına, bu kadar cüretkarca yapmış oldukları için üzülüyorum. Belli ki konan o kanser tanısının yaşattığı şoku ve buhranı, hiç birisinin ruhu duymamış. Yalnızca gözlerle ağlanmış.
Az sonra, hiçbir şey yokmuş ve zaten hiç olmamış gibi, iyi günler dileyerek ayrılıyorum aralarından. İyi bir politikacı ya da kirli bir siyasetçi gibi. Şimdi arkamdan rahat rahat konuşmaya başlayabilirler, kaldıkları yerden…
Yalnız kalkarken dikkatimi çeken bir şey oluyor. Kadının oğlunun burnundaki çiçeğin solmaya başladığını görüyorum. Bu ders alınmayan kirli ortamda, nasıl bir fotosentez ya da solunum yapabilirdi ki zaten? Çocuk da, böyle böyle ‘büyümeye’ başlıyor işte. Kötülüğü, yaşayarak öğrenmeye. Bir de o çiçeğin, şifalı bir meyveye dönüşmeyeceği hissi kaplıyor kalbimi birden, giderken.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.