Böl, parçala, yut!
Güneydoğumuzda bölge insanını tehdit eden gelişmeler yaşanıyor.
Geçtiğimiz hafta Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani bağımsızlık için referanduma gitti. Barzani ailesinin Yahudi dönmesi olduğunu duymayanınız kalmamıştır sanırım. Barzaniler kaç nesil Kürdistan için fitne çıkartan bir aile olarak yaşadılar. Kürdistan'dan maksat ise aslında 'Büyük İsrail'.
Merhum Hocamız Erbakan bunu defalarca dile getirmişti. İsrail, ''Büyük İsrail'' ideali için önce Kürdistan'ı kurduracak ve Türk, Kürt ve Arap halkları arasında büyük çatışmalar çıkartacak diye uyarılarda bulunmuştu. Gel gör ki dinleyen olmadı!
Şimdilerde bir darbımesel haline gelen “Erbakan haklıymış'' sözü ise sadece bir durumu tespitten öteye gitmiyor. Madem Erbakan Hoca’nın haklılığı kabul ediliyor o vakit gerekli önlemler hâlâ niçin alınmıyor?
Kuzey Irak'taki referandum sonrası Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, "Açıkçası biz son ana kadar (IKBY lideri Mesut) Barzani'nin böyle yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk, demek yanılmışız" dedi. Yani yine kandırıldıklarını itiraf etti.
Irak dünyanın 3. büyük petrol rezervlerine sahipken, Irak'ın toprak bütünlüğünü sağlayan bir dış politika sürdürmek yerine, İncirlik Üssü'nden ABD uçaklarına müsaade edildi.
Irak 3'e bölündüğü vakit Barzani'nin bunu bir adım öteye götüreceği ve özerklik sonrası bağımsızlık isteyeceği de ne yazık ki öngörül(e)medi!
Türkiye'nin uluslararası ilişkilerde uzman kişileri bu mevzuyu defalarca dile getirirken, hükümet bunu yeterince ciddiye aldı mı?.
Barzani Türkiye'ye davet edilerek Kürdistan Bayrağı göndere çekilmişti o zaman.
Megri megri eşliğinde Barzani ile şarkılar da söylenmişti.
2 Ekim 2014 yılında TBMM'de Ak Parti ve MHP'nin oylarıyla geçen; peşmergelerin eğitimini Türk subayların yapmasına yönelik tezkere meclisten geçmişti.
Velhasıl Barzani Türkiye'ye rağmen bu referandumu yaptı.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan: ''Sınırda giriş çıkışlar kapatılacak'' diyerek Türk halkının gazını da bildik yoldan aldı. Peşinden Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi: ''Diyebilirsiniz ki Musul-Kerkük davamız, sen hâlâ ticaret diyorsun. Benim işim ticaret. 8-9 milyar dolarlık bir ticaret bu''... ''Ekonomik ambargo tehlikeli bir söylem. Ambargo koyduğunuzda satışlarınız duruyor.''... ''Son Bakanlar Kurulu toplantısında ve yaptığımız görüşmelerde de bu görüşümüzü değiştirmemize neden olacak bir karar alınmadı'' dedi ve son noktayı koydu ve böylece hiç gaz sancısı çekmedik.
Kuzey Irak'ta yapılan referandum sadece Irak'ı ilgilendirmiyor elbette. Kürdistan idealinde Türk toprakları da var. İsrail Nil'den Fırat'a kadar kutsal topraklar diyerek istiyor. Dolayısıyla Türkiye'yi de içine alan bu işgal planı Sivas'a kadar bizim topraklarımıza ulaşıyor.
Bunun içindir ki, federasyona yönelik ilk adım 1966 yılında BM tarafından ''İkiz Yasalar'' ile imzaya açılmış sözleşmelerdir.
AB'nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edildi. 10 yıllık bir aradan sonra 1976 yılında yürürlüğe girdi.
Türkiye 2000 yılına kadar bu yasaları imzalamaktan kaçınmıştır. Ecevit, Yılmaz ve Bahçeli Hükümeti tarafından imzalanmış, ancak yürürlüğe girmesi aradan 3 yıl geçtikten sonra 4 Haziran 2003 yılında Ak Parti Hükumeti bu yasaları onaylamıştır. Sözleşmelerin Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmesiyle kamuoyunda sözleşmelerin Türkiye'nin ulusal güvenliğine ve iç işlerine karşı tehlikeler içerdiği için o dönemde pek çok eleştiriler yapılmıştı. Özellikle her iki sözleşmenin ilk maddesinde yer alan ''halkların kendi kaderini tayin hakkı'' eleştirilmiş ve Türkiye'nin bu madde vasıtasıyla bölünmeye doğru sürükleneceği ifade edilmiştir.
İkiz sözleşmelerdeki ''halk'' kavramı hukukçuları ikiye bölmüş kimi hukukçular ''halk'' kavramının sömürge altındaki halkları ifade ettiğini söylerken, bazı hukukçular bunun aksini ifade ederek, önemli olan hangi hal ve şartlarda 'halk' kavramına nasıl anlam verileceği ve bu kavrama dayanarak Türkiye'den neleri yapması istenebileceği şeklinde itiraz etmektedir. Zaten ''Bütün Halkların'' ifadesi bunu ortaya koymaktadır.
Bu sözleşmelerin özelliği, halkların, mezheplerin yani farklı toplumsal kökenlere sahip olanların “kendi kaderini tayin etme” hakkı veriyor. Yani bunu imzalayan devletlerde yaşayan etnik kökenler, dilerse ayrılabilir, kendi kendini yönetebilir... Türkiye bu sözleşmeler ile tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını tanımış oluyor. Buna göre Türkiye'de halk olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti'nden ayrılma hakkı da kabul edilmiş oluyor. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.
Türkiye etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına giriyor. Şu maddeye göre: Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin kendi guruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.
Görüldüğü gibi ''İkiz Yasalar'' ile çifte bela başımıza sarıldı.
Bu beladan kurtulmanın yolu ise asırlarca et-tırnak gibi bir arada yaşayan Türkler ve Kürtleri birleştiren İdris-i Bitlisi gibi devlet adamlarına, gönül insanlarına, ümmetçi din alimlerine, kararlı yöneticilere ihtiyaç vardır.
Selam ve dua ile...
Kaynak: Türk Hukuk Dergisi, Aralık 2003'' Banu Avar
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.