Bilgiyi hak etmek
Bilgi ile başımız dertte. Bildiklerimizi nasıl yorumlayacağımız ve pratik hayata nasıl uygulayacağımız konusunda sınıfta kalıyoruz. Şu bilgi çağında kalınan ve tekrarlanan bu sınıfların mevcut sayısı da pek çok, dolayısıyla. Yani, hemen hemen hepimiz…
Hemen hemen hepimizin başı, bilgi ile fena halde dertte. İçinde yaşadığımız bu çağ -bilgi çağı- insanlığa elbette ki çok şey kattı katmasına ama bana sorarsanız bu hızlı değişime henüz hazır değildik ve bu yüzden bocalıyoruz.
Sayısız örnek içinden birkaç misal getirmek gerekirse bu duruma… Güneş ve ışınları diyelim, öncelikle. Namı diğer o UV ışınlarını artık duymayan kalmamıştır herhalde. Neydi, Güneş cilde zarar veriyor, cildi yaşlandırıyor ve cildin yapısını bozuyordu, öyle değil mi? Bu bilgi hemen hepimize gerek güneş kremi pazarlayan reklamlar gerekse aydınlatıcı her türlü medya uzantısı tarafından ulaştırıldı. İçinde bulunduğumuz çağın ismine yakışır bir şekilde, bu bilgi ulaşımı elbette pek hızlı ve etkin oldu. Biz de ne yaptık? Güneş ışınlarından fellik fellik kaçar hale geldik. Bilinçliydik, ne de olsa. Gölgeler tekindi. Cildimizin yapısını bozmaya ve erken yaşlanmaya, hiç mi hiç niyetimiz yoktu. Cildimizi güneş kremleriyle, Güneş’i de balçıkla sıvamaya kalkıştık. O düşmanı tamamen yok edemezdik ama en azından bunu yapabilirdik. Gelişen bilim ve teknoloji sayesinde bir gün, Güneş’in üzerini sıvamak için bilmem kaç faktörlü krem gerekirse, belki bir gün o da mümkün olacaktı. Şimdilik tenimizle yetinecektik, bu sıvacılık işi için.
Sonra o da ne!?
Güneş ışınlarından mahrum kalmanın, D vitamini eksikliği demek olacağını, bunun da birçok ciddi hastalık için geri çevrilmez bir davetiye olacağını öğrendik. Güneş girmeyen eve doktorun gireceğini bile, nasıl olmuş da unutmuştuk? Kandırılmış mıydık? Hayır. Güneş ışınları, gerçekten de cildin yapısını bozuyordu. Miktar önemliydi, yalnızca. Bir yere kadar kar hatta elzem olan ışınların aşırısı zararlıydı, sadece. İşin ayarını ve kavrama noktasını bilmiyorduk ki! Böylece kantarın topuzunu kaçırıp, tümden bir mahrumiyet haline sokuyorduk kendimizi. Sonra da şu D vitamini eksiklikleri ve hastalıklar hikayesi işte. Kıssadan hisse; bilgiyi doğru bir şekilde yorumlayacak kadar bilgili değildik.
Başka bir örnek ise, yine her türlü medya uzantısı tarafından bas bas bağırılan bir şey: anne sütünün mucizevi bir besin oluşu. Bu bilgi de bizlere ağır geldi, ne yazık ki. Bu olağanüstü anne sütü konusu, anneleri birbirlerine karşı nispet yapmaya kadar götürdü, şimdilerde. Öyle ya, kiminin sütü yetiyor, kimininki yetmiyordu. Demek ki konu, yetersizlik ya da yetebilmekteydi. Lohusaların üzerlerine doğrultulan psikolojik bir silah haline getirildi bu bilgi de, maalesef. Acımasız orman kanunlarının tıkır tıkır işletilmesinde hiçbir sakınca görülmedi. Ne de olsa, uğruna savaşım verilen şey, mucizevi anne sütüydü. Değerdi. Bu bilgiyi de insanca taşıyamadık ve kalitesizce kullandık vesselam.
Verilecek daha çok sayıda örnek olmasına karşın, bana ayrılan sütunun sonuna yaklaştım. Birbirlerinden bambaşka 2 misal getirmiş olsam da, derdimi anlatabildim, öyle değil mi? Bilgiyi hak etmiyoruz demeye dilim varmıyor lakin onu taşıyacak gücümüz, yorumlayacak hünerimiz ve pratik hayata hakkınca uygulayacak olgunluğumuz ve görgümüz yok gibi. Onu diyorum. İlla ki çuvallıyoruz yani. Kaş yapayım derken göz çıkarıyoruz, Güneş cildi yaşlandırır diye. Yaşlanmıyoruz ama yaşlanacak kadar çok yaşama kısmı, daha şüpheli bir hal alıyor zaten, tüm o D vitamini eksikliklerinde. Anneler ise, birbirleriyle çirkin ve sütlü nispetli savaşlara girip, insanlık basamaklarını emin adımlarla tırmanıyorlar. Bilgi, elde patlayan bir bombaya dönüşüyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.