Aşkın Kolları
Hz. Şems, Hz Mevlâna gibi bazı İslâm büyükleriyle ilgili yayınlar, özellikle romanlar alâka çekip, talep ediliyor. Sanırsınız ki bu okumalar, baskı sayısı, medyatik parlamalar; bir arınma ihtiyacı, özeleştiri ya da dinin hakikatine ilişkin gerçek bir arayışla bağlantılıdır.
Fakat aşikârdır ki, bu ilgiyle orantılı bir uyanış, dinî idrak; yücelerin aslî hüviyetlerine, manevî ruhuna, İslâm’la mücehhez kişiliklerine ve paralelindeki diğer ulvî şahsiyetlere dair bir yönelmeden uzağız. Bunca uçucu Aşkların meşklerin, Şemslerin, konuşulduğu, yazılıp çizildiği bir dönemde bir kötülük patlaması, şiddet saçılmasıyla karşı karşıyayız.
Görüyoruz ki bu kitaplardan kimilerinde; yazarının kurgusuna buyruğuna göre, saptırılmış çarpıtılmış; İslâm’ın aydınlığından değil de, çağdan nemalanmış İlâhî aşkın kahramanları, tarihî kişilikler ve tasavvuf özü; bambaşka bir hüviyette önümüze çıkıyor.
Sözgelimi, romanlardan birindeki “sufi meşreplilerin” kuralları; “Değişimlere direnmek yerine bize teslim olmayı” önermektedir. Bugün hâlihazırdaki egemen güçlerin savaşı, zorbalık, kötülük de bir “değişim” şeklinde ortaya gelmektedir. Değişimin bin türlü hâli vardır yani. Ola ki belki iyidir diye, direnmeyecek, teslimiyet içinde (kuzu gibi) olacaksın denilmekte; teslim olunan şeyin mahiyeti nedir, düşünmeyeceksin diye yön gösterilmektedir. Oysa bazen öyle değişime uğrar ve yenileniliriz ki (!), bakarsınız Allah’ın kulu olmaktan çıkıp, tanınmayacak şekilde; bir fikrin/ akımın/gücün önünde baş kesip, kölesi haline gelmişiz. Kalbinizin duruşu, ezelî doğrular değişmiş.
Gene bize “yolun sonunu, ucunun nereye varacağını düşünmeden adım atmak”, yürümekten bahsedilmektedir. Direnmeyen, baş kaldırmayan; şerre bulanıp, batağa çıkmaktan dolayısıyla Allah’ın yasakladıklarından sakınmayan, şekilsiz fikirsiz bir makbul insan, derviş imajı çizilmektedir.
Romandaki kurallara göre, “Allah’ı sevmek, Allah kusursuz olduğu için kolaydır, zor olan insanları sevmektir”. Hâlbuki bizim bütün meselemiz, imtihanımız Allah’ı sevmektir. Gerçekten sevebilseydik O’nun kurallarına uyardık, iki dünyamızda mamur olurdu. Tasavvuf’un gayesi hikmeti nedir, Allah’ı bilmek sevmek değil mi? Hz. Şems gibi Allah adamlarının nihâi gayesi de budur. Üstelik Allah’ı sevemediğimiz, yaptıklarını beğenemediğimiz gibi, razı da değiliz. O’na durmaksızın yol yöntem(!) gösterir, sorgular, akıl fikir öğretiriz.
Gene romancının buyurduğu kurallarda, bir deterjan markasındaki gibi konuşulur (kirlenmek güzeldir). “Esas kirlilik, dışta değil içte olur. En kötü leke yıkandı mı temizlenir. Yıkanmakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.” Kalplerdeki yoğunlaşmış pislik; yalnızca haset ve art niyete indirgenebilir mi? Şirk, kibir, şehvet, cimrilik gibi gönlü çürüten kirleri, amansız lekeleri ne yapacağız? Bütün bu necaset (kötü huylar) nefsi temsil eder, bir bütündür. ‘Kıskançlık gitsin; zararı yok kendini beğenmişlik kalabilir, hırs da bir köşede zararsızca usluca otursun’ diyemeyiz. Asıl olan tümünü ortadan kaldırmaya çalışmak, yani nefsini Müslüman etmek için uğraşmaktır. Bu da başta bir mürebbî, ibadet, muhasebe, tefekkür gibi, gönül eğitimiyle beslenen bir kontrol mekanizmasını ve nizamını gerektirir.
Sonra mesela Allah’a ortak koşmak, nasıl hasedden küçük ve önemsiz, hatta yok sayılabilir? Gerçi Romancı için sayılan hususların önemli olmadığı anlaşılmaktadır. Zaten kuralın birinde de “Allah’ın sadece camide, mescitte değil, kilise, havrada bulunabileceği” söylenmektedir. Dolayısıyla inançlar arasında daha doğrusu, imanla inançsızlık veya küfür arasında pek fark yoktur. Hepsi eşittir, kalbiniz temiz olsun, ötekini kucaklayın, aşka sevgiye koşun yeter. “Rab, noksanlarınızı tamamlayacaktır.”. Hâlbuki bizim için hareket noktası Allah’ı bulmanın yolu; Peygamber Efendimiz’i (S.A.V.) tanımak, Sünnetine baş koymaktır.
Şeytan da kitabın kurallarına göre; dışarıda, başkalarında değil “bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahlûk değil, bizzat içimizde bir sestir”. Pekiyi, dışımızdaki kötülüğü neyle izah edeceğiz, neden şedit boyutlara erişmektedir? Çirkinliği icbar eden Benliğimizle, İslâm’ın bir emri, inancımızın bir gereği olarak mücadele edeceğiz. Fakat mücadelemiz içerde olduğa kadar, hariçtedir de. Kötülük, eylemle billûrlaşıp, açığa çıkan, dışlaşan, sınırlarını genişletip, büyüyen bir olgudur. Ve elbette, hem gizli, hem meydanda şeytanîleşmiş insanlar da mevcuttur; Satanizm diye bir din ortaya atılmıştır. Şeytan’ın Nefisle birleşip, bize günah işletebilen bir dış güç, çok ciddi bir düşman olduğu, kutsal kaynaklarımızda belirtilmiştir. Sufi için aslî nokta ve merkezî şart Allah ve kanunlarıdır. Yoksa Sufi; haçlılaşarak “Sofi” olur, hariçten gazel, felsefe okur. Taksimata, yaratılana saygı gösterilir ama Allah düşmanlarıyla, Allah dostları, Ebu Cehiller ile Hz. Ebubekirler bir ve eşit değildir, aynı kefeye konmaz. Ki inancımız dâhilindeki Cennet ve Cehennem de pek tabiidir ki, bu iki ayrı muamelenin ve yol ayrımının bir numunesidir. Aşk herkesin harcı değildir.
Yeni ürün romanlarda tasavvuf da pasiflik, âdeta kendi değerlerinin güzelliğini görmekten, savunmaktan habersiz, sonsuz hoşgörü içinde yüzen, avare avare gezen aciz varlıkların olduğu bir düzen gibi takdim edilir. Hâlbuki açıktır ki, en hafif sayılan (mücadele, başkaldırı) biçimi, şerre zulme karşı, sadece “içte, sessiz” kalandır. Tasavvuf ehlinden bazıları, gerektiğinde savaşlara katılmış, ileri yaşlarda şehit düşerek Hakka kavuşmuş; yanlış istikamette giden yöneticileri, siyasîleri çekinmeden ikaz etmiş, davası için hapsedilmiştir. Başta kendileri, çevresi, dünyanın ıslahı için ter dökmüş, bu uğurda çile çekmiştir.
Altın bir kural da; ilk başta masum gözüken her kesimin, özellikle gençliğin hoşuna gidebilecek “Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevî, semavî ya da cismani mi diye sorma”, ayırma şeklindeki kuraldır. Hiç sorma, sorgulama.. bir denetim, düşünme, seçme süzme, biriktirme ve güzel fiillerin âleti olan aklı, edebi devre dışı bırakıp, aşkın kollarına cumburlop atla! Yani “Her hoşuna gidenin peşine düş. Hem yenilenmiş, hem zamanı değerlendirmiş olursun. Sen vaktin (çağın) oğlusun kızısın, kendini bırak; binaenaleyh (seçmeyeceğimize, tefrik etmeyeceğimize göre) Aşkın memnusu yoktur baylar bayanlar”. İslâm’ı, güzel ahlâkı, Kur’an hükümlerini bilen Allah delisi/velisi ya da sufi meşrepli bir insan, dinlerin en belirgin yasaklarından birine karşı nasıl kayıtsız kalabilir; bedene (nefse hakimiyeti), iradeyi devre dışı bırakan veya günaha teşvik eden böyle bir “tasavvufî kural” mevcut olabilir mi?
Mademki “yeryüzünde Allah’ın halifesisin”. Muhakkak ki karşılaştığın sevgiyi/hevesi/aşkı; taleplerini, gidişatını, encamını sorgulayacaksın. Tanrı’nın “Kahhar”, “Celâl” gibi isim ve sıfatları süs müdür, ‘öte dünya’ uzak ihtimal midir; O’nun Gazabını üstümüze çekmemek, manevî değerlerle dini yaşamak için ne yapmak gerekir?
Neticede; Aşkın kuralları da, kolları da; Allah ve Resulünden, Yolundan geçer diye (biliriz). Gerisi lâf ü güzaftır.
Fakat aşikârdır ki, bu ilgiyle orantılı bir uyanış, dinî idrak; yücelerin aslî hüviyetlerine, manevî ruhuna, İslâm’la mücehhez kişiliklerine ve paralelindeki diğer ulvî şahsiyetlere dair bir yönelmeden uzağız. Bunca uçucu Aşkların meşklerin, Şemslerin, konuşulduğu, yazılıp çizildiği bir dönemde bir kötülük patlaması, şiddet saçılmasıyla karşı karşıyayız.
Görüyoruz ki bu kitaplardan kimilerinde; yazarının kurgusuna buyruğuna göre, saptırılmış çarpıtılmış; İslâm’ın aydınlığından değil de, çağdan nemalanmış İlâhî aşkın kahramanları, tarihî kişilikler ve tasavvuf özü; bambaşka bir hüviyette önümüze çıkıyor.
Sözgelimi, romanlardan birindeki “sufi meşreplilerin” kuralları; “Değişimlere direnmek yerine bize teslim olmayı” önermektedir. Bugün hâlihazırdaki egemen güçlerin savaşı, zorbalık, kötülük de bir “değişim” şeklinde ortaya gelmektedir. Değişimin bin türlü hâli vardır yani. Ola ki belki iyidir diye, direnmeyecek, teslimiyet içinde (kuzu gibi) olacaksın denilmekte; teslim olunan şeyin mahiyeti nedir, düşünmeyeceksin diye yön gösterilmektedir. Oysa bazen öyle değişime uğrar ve yenileniliriz ki (!), bakarsınız Allah’ın kulu olmaktan çıkıp, tanınmayacak şekilde; bir fikrin/ akımın/gücün önünde baş kesip, kölesi haline gelmişiz. Kalbinizin duruşu, ezelî doğrular değişmiş.
Gene bize “yolun sonunu, ucunun nereye varacağını düşünmeden adım atmak”, yürümekten bahsedilmektedir. Direnmeyen, baş kaldırmayan; şerre bulanıp, batağa çıkmaktan dolayısıyla Allah’ın yasakladıklarından sakınmayan, şekilsiz fikirsiz bir makbul insan, derviş imajı çizilmektedir.
Romandaki kurallara göre, “Allah’ı sevmek, Allah kusursuz olduğu için kolaydır, zor olan insanları sevmektir”. Hâlbuki bizim bütün meselemiz, imtihanımız Allah’ı sevmektir. Gerçekten sevebilseydik O’nun kurallarına uyardık, iki dünyamızda mamur olurdu. Tasavvuf’un gayesi hikmeti nedir, Allah’ı bilmek sevmek değil mi? Hz. Şems gibi Allah adamlarının nihâi gayesi de budur. Üstelik Allah’ı sevemediğimiz, yaptıklarını beğenemediğimiz gibi, razı da değiliz. O’na durmaksızın yol yöntem(!) gösterir, sorgular, akıl fikir öğretiriz.
Gene romancının buyurduğu kurallarda, bir deterjan markasındaki gibi konuşulur (kirlenmek güzeldir). “Esas kirlilik, dışta değil içte olur. En kötü leke yıkandı mı temizlenir. Yıkanmakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.” Kalplerdeki yoğunlaşmış pislik; yalnızca haset ve art niyete indirgenebilir mi? Şirk, kibir, şehvet, cimrilik gibi gönlü çürüten kirleri, amansız lekeleri ne yapacağız? Bütün bu necaset (kötü huylar) nefsi temsil eder, bir bütündür. ‘Kıskançlık gitsin; zararı yok kendini beğenmişlik kalabilir, hırs da bir köşede zararsızca usluca otursun’ diyemeyiz. Asıl olan tümünü ortadan kaldırmaya çalışmak, yani nefsini Müslüman etmek için uğraşmaktır. Bu da başta bir mürebbî, ibadet, muhasebe, tefekkür gibi, gönül eğitimiyle beslenen bir kontrol mekanizmasını ve nizamını gerektirir.
Sonra mesela Allah’a ortak koşmak, nasıl hasedden küçük ve önemsiz, hatta yok sayılabilir? Gerçi Romancı için sayılan hususların önemli olmadığı anlaşılmaktadır. Zaten kuralın birinde de “Allah’ın sadece camide, mescitte değil, kilise, havrada bulunabileceği” söylenmektedir. Dolayısıyla inançlar arasında daha doğrusu, imanla inançsızlık veya küfür arasında pek fark yoktur. Hepsi eşittir, kalbiniz temiz olsun, ötekini kucaklayın, aşka sevgiye koşun yeter. “Rab, noksanlarınızı tamamlayacaktır.”. Hâlbuki bizim için hareket noktası Allah’ı bulmanın yolu; Peygamber Efendimiz’i (S.A.V.) tanımak, Sünnetine baş koymaktır.
Şeytan da kitabın kurallarına göre; dışarıda, başkalarında değil “bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahlûk değil, bizzat içimizde bir sestir”. Pekiyi, dışımızdaki kötülüğü neyle izah edeceğiz, neden şedit boyutlara erişmektedir? Çirkinliği icbar eden Benliğimizle, İslâm’ın bir emri, inancımızın bir gereği olarak mücadele edeceğiz. Fakat mücadelemiz içerde olduğa kadar, hariçtedir de. Kötülük, eylemle billûrlaşıp, açığa çıkan, dışlaşan, sınırlarını genişletip, büyüyen bir olgudur. Ve elbette, hem gizli, hem meydanda şeytanîleşmiş insanlar da mevcuttur; Satanizm diye bir din ortaya atılmıştır. Şeytan’ın Nefisle birleşip, bize günah işletebilen bir dış güç, çok ciddi bir düşman olduğu, kutsal kaynaklarımızda belirtilmiştir. Sufi için aslî nokta ve merkezî şart Allah ve kanunlarıdır. Yoksa Sufi; haçlılaşarak “Sofi” olur, hariçten gazel, felsefe okur. Taksimata, yaratılana saygı gösterilir ama Allah düşmanlarıyla, Allah dostları, Ebu Cehiller ile Hz. Ebubekirler bir ve eşit değildir, aynı kefeye konmaz. Ki inancımız dâhilindeki Cennet ve Cehennem de pek tabiidir ki, bu iki ayrı muamelenin ve yol ayrımının bir numunesidir. Aşk herkesin harcı değildir.
Yeni ürün romanlarda tasavvuf da pasiflik, âdeta kendi değerlerinin güzelliğini görmekten, savunmaktan habersiz, sonsuz hoşgörü içinde yüzen, avare avare gezen aciz varlıkların olduğu bir düzen gibi takdim edilir. Hâlbuki açıktır ki, en hafif sayılan (mücadele, başkaldırı) biçimi, şerre zulme karşı, sadece “içte, sessiz” kalandır. Tasavvuf ehlinden bazıları, gerektiğinde savaşlara katılmış, ileri yaşlarda şehit düşerek Hakka kavuşmuş; yanlış istikamette giden yöneticileri, siyasîleri çekinmeden ikaz etmiş, davası için hapsedilmiştir. Başta kendileri, çevresi, dünyanın ıslahı için ter dökmüş, bu uğurda çile çekmiştir.
Altın bir kural da; ilk başta masum gözüken her kesimin, özellikle gençliğin hoşuna gidebilecek “Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevî, semavî ya da cismani mi diye sorma”, ayırma şeklindeki kuraldır. Hiç sorma, sorgulama.. bir denetim, düşünme, seçme süzme, biriktirme ve güzel fiillerin âleti olan aklı, edebi devre dışı bırakıp, aşkın kollarına cumburlop atla! Yani “Her hoşuna gidenin peşine düş. Hem yenilenmiş, hem zamanı değerlendirmiş olursun. Sen vaktin (çağın) oğlusun kızısın, kendini bırak; binaenaleyh (seçmeyeceğimize, tefrik etmeyeceğimize göre) Aşkın memnusu yoktur baylar bayanlar”. İslâm’ı, güzel ahlâkı, Kur’an hükümlerini bilen Allah delisi/velisi ya da sufi meşrepli bir insan, dinlerin en belirgin yasaklarından birine karşı nasıl kayıtsız kalabilir; bedene (nefse hakimiyeti), iradeyi devre dışı bırakan veya günaha teşvik eden böyle bir “tasavvufî kural” mevcut olabilir mi?
Mademki “yeryüzünde Allah’ın halifesisin”. Muhakkak ki karşılaştığın sevgiyi/hevesi/aşkı; taleplerini, gidişatını, encamını sorgulayacaksın. Tanrı’nın “Kahhar”, “Celâl” gibi isim ve sıfatları süs müdür, ‘öte dünya’ uzak ihtimal midir; O’nun Gazabını üstümüze çekmemek, manevî değerlerle dini yaşamak için ne yapmak gerekir?
Neticede; Aşkın kuralları da, kolları da; Allah ve Resulünden, Yolundan geçer diye (biliriz). Gerisi lâf ü güzaftır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.