Zaman Zaman
Zamanın geniş kucağının içine girip saklandıktan sonra gözden yiten, zihinden silinen ve anıları gönülden yavaş yavaş el ayak çeken ne çok eski hayat parçası var. Eski yaşantılar, zamanında ve mekanında kanlı canlı, gerçek mi gerçek iken, zaman, onları kendi kollarının arasına bir kez hapsetti mi, ne yapısı ne de şekli aynı kalmıyor artık, hiç birinin. Zaman yutuyor ve sindiriyor. Sihirli ve dev bir öğütücü gibi. Şimdiyi mazi; gerçeği ise unutulmaya yüz tutan hatıralara çeviren, eski çamları bardak yapan zaman, eskitiyor, yıpratıyor ve unutturuyor. Serde ise her zaman az ya da çok ama illa ki bir miktar nankörlüğü ve kanar akıllılığı bulunan insan, belki de yaşama içgüdüsü gereği, yeniye ayak uyduruyor, hiç takılıp düşmeden. Ayakları hiç dolanmadan, hemen önündeki yola adapte olabilen beşer, bu konuda bir övgüye mi yoksa sövgüye mi layıktır bilmem ama, gerçekten de, şimdi’nin şartlarına hemencecik uyumlanabiliyor. Ki az önce de dediğim gibi, bunu, hayatta kalma içgüdüsü denilen karşı konulamaz şeye bağlıyorum ben, daha çok.
**
Şahsen çok değil, bundan ancak birkaç sene önce yaşanan bir hayat kesiti, zihnimde git gide bulanıklaşmaya başladı da benim. Baştaki serzenişim, bu yüzdendi. Bundan sanırım 4 yıl önce falan, her gün adımladığım güzergahta sürekli karşıma çıkan küçük bir sokak çocuğuna fena halde takılıp, bu sevginin tuzağına düşmüştüm ben. O dönemler, 4 5 yaşlarındaki bu minik Suriyeli çocuk için ne yazılar yazmıştım, kimi edebiyat dergilerinde yayınlanan, kimini de kendime sakladığım… Çocuk beni bir türlü, benim onu sevdiğim kadar sevmezdi, bilirdim. Bozulurdum ama bir şey de demezdim. Şu kimilerinin ‘firari’ olduklarını düşündükleri için hiç sevmediği, 11 çocuklu bir ailenin en küçüğüydü. O doğduktan sonra da, babası ebediyete intikal etmiş, zaten. Yoksa belki de 15’e tamamlanırdı kardeş sayısı, kim bilir? Kötü karpuzun çekirdeği çok olurmuş hesabı, işte. Yokluk ve yoksulluk içinde yaşayan küçük bir mendilci çocuktu işte o, hepi topu. Kimisi bana kızar, kimisi öğüt verirdi hep o dönem, istikbali pek de parlak görünmeyen bu sevgi için. Öyle ya, bu tutkunun sonu, en fazla nereye varabilirdi ki? Abarttığımı sanmayın, az buz değil, sevgim zamanla takıntılı, aşk gibi bir şeye dönüşmüştü benim. Gördüğüm en tatlı çocuktu o, herhalde. Yeşil gözlü, güneş yüzlü bir şeydi. Evine kadar gitmiş, annesiyle ve yaklaşık 20 kişilik ev halkıyla tanışmıştım. Onların gözünde belki bir manyaktım da. Ne önemi var, ben mutluydum işte. Hem, utanmasam, evlat edinmek isteyecektim onu. Bazen onu alıp oraya buraya götürür, Türkçe öğretmeye de çalışırdım. Şimdi uzun hikaye…
**
İşte o zamanlar, tüm bunlar benim yaşadıklarım ve gerçeklerimken, artık hepsi -di’li geçmiş zaman kipiyle anlatılan, duygu bakımından içi bir hayli boşalıp azalmış cümlelerden ibaret oldular. Böyle oldu ya, gel de zamanın bu ettiği, bu değiştiriciliği ve dönüştürücülüğü karşısında hayretle açık kalan ağzını topla şimdi! Ne yapayım, o 4 sene içinde hayat sahnemde öyle çok dekor ve oyuncu değişikliği oldu ki, sorsanız ben de haklıyım. Ben de herkes gibi, aynı nankörlük ya da uyar akıllılıkla, o eski çamları oyarak yaptığım bardaklardan su içer oldum, kana kana.
O sevgi, o tutku şimdi nereye gitti? O çocuk şimdi nerede ve nasıl diye artık çok da merak bile etmez oldum, onu, Allah’a emanet etmenin verdiği tevekkül ya da yalancı bir vicdan rahatlamasıyla birlikte. Zaman’a karşı ne kadar korku dolu bir hürmet ve hayret dolu bir hayranlık beslesek, az değil midir şimdi? Hem, o çocuk şimdi iyi mi?
Umarım çok iyidir!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.