Top Hikâyesi
7 Eylül tarihli günlük bir gazetede yayınlanan bir haber oldukça alâkamı celbetti. “Almanya’nın Hamburg kentinde alışılmışın dışında yeşil altıgen desenleriyle dikkatleri çeken Sankt Georg Merkez Cami” hakkındaydı.
Haberin devamında “Türk kökenli mimar Boran Burchard tarafından stilize edilen minarelere… işlenen yeşil altıgenin, hem Alman toplumunun en sevdiği sporlardan futbolu ve topu hem de İslâm geleneğini temsil ettiği” belirtiliyordu.
Futbol sevdası aleyhine yazmak kimin haddine(!) ama genel eğilim ve gidişat düşünülürse, bazı gerçekleri de hatırlamadan edemedim.
Kitlelerin esas mabetleri camii değil de stadyumlar; dinleri de futbol gibi, yanına nicelerini ekleyebileceğiniz dünyevî oyuncaklar mıydı?
Top gibi yuvarlanan, dönen, şekilsizleşmiş; alındığı elde, duruma göre zıp zıp zıplayıp, atılan tutulan, kuralsız, sahibine göre durum alan; âdeta nesneleşmiş, bir cisme mi çevriliyordu bazı mefhumlarımız, değerlerimiz?
“Kutsallık” kavramı tekrar ele alınmalı mıydı; yaralı mıydı? İşte top camiye kadar girmişti, -durum üstelik alkışlanırken- kim çekip çıkaracaktı.
Kuzey Almanya İslâm Toplumu Başkanı olan beyefendi, “minarelerin sadece Hamburg’ta değil Almanya genelinde ilgi gördüğünü; caminin yeni görünümüyle dinler arası diyaloğun simgesi olduğunu” kaydetmişti.
Belki de dinler arası bir alışverişin, alım satım işinin, ticaretin(!). İlle de mutlaka, olmazsa olmaz bir uyuşturma, dönüştürme ve uzlaştırmanın.
Fakat hiç üzülmeyelim, gam kasavet çekemeyelim. Nasılsa top bizdeydi.
Maksat ilgiyse, caminin içine dışına reklâm da alınabilir, daha iyisi bir maç tertiplenirdi. Kazanana Arap harfleriyle süslü altın bir kupa da verilirdi.
Teröristlikten usanmıştık, minaredeki remizler -bu gol- topumuza yeterdi. Top(lu) mesajlar, hangi yücelereydi(!)
Davet sanki namazdan gayriyeydi. Çağıran ezan değildi. Futboldu, baş değil ayaklardı, tefekkür tezekkür değil, oyundu eğlenceydi; bağıran çığırtkan bulamaç bir dünyanın sesleri, modern simgeleriydi.
Asıl sevilenin ve sevgilerimizin mahiyetinin ne olduğunu bildirdi bir kaç satır.
Soyuttan, kalpten, maddeye; resme indirgenen mukaddeslerimizi gösterdi.
Minarelerimiz dimdik elife benzemezdi, gözü yukarılarda, yükseklere uzamaya çalışmazdı; yuvarlanmıştı, ters tarafa yere bakardı, çakılmıştı, toptandı.
İnanç “hâkim” değildi artık. İslâm geleneğiyle, top arasında bir hakem düdük öttürüp duruyordu ve yumuşacık esnek toplar bir oraya, bir buraya, dört yöne gidip geliyordu.
Camiler liman, sığınak, Allah’ın evi ve ebediyet sembolü değildi. Modern dünyadan icazet almış, hizaya sokulmuş oyun alanlarıydı. Alabora olmuş, çalkantılı beyin ve kalplerin, bir karmaşanın; minarelere kazınmış teyidi, delili ve şahitleriydi.
Kalpler top sahasıydı. Namazda bile maça ara verilmiyordu. Kâbe’de, kıblemizde rengârenk toplar vardı. Futbol, tavafı idare ediyor; döndükçe dönülüyordu.
Camiide cemaat, dışarda dünya ahalisi top çeviriyordu. Allah kahretsin, zaten hakem de bilmem neydi.
Namaza davet edilirken, en kuvvetli dünyevî işaretlerden birine, futbola gel ediliyordu. İbadet kim(l)eydi? Benekleşmiş top top yüreklerde lekeler büyümez miydi?
Secde ederken, top gibi toparlacık bir dünyanın önünde mi yere kapanıyorduk? Ellerimiz göğe açılırken; rahmet, bereket, feyiz değil; semadan inecek sımsıkı sarılacağımız albenili, marka topları mı bekliyorduk?
Futbolcular resmigeçitteydi, acep YARİM deplasmandan geldi mi ki?
Hayatî bir soru: “Hangi takım küme düşecekti?”
Toplarla nereye kadar açılabilirdik? Kimin kafası, kalbiyle top gibi oynanıyordu?
İdrake top gibi vuruluyordu. Kafamızda namaz takkesi değil, futbolcu ayağı vardı.
Ayarlanmış, durdurulmuş, mekanik müezzin kesik kesik “Allahüekber” dedi.
Âlem top olmuş, kafamıza düşerken; sahiden sahiden kim inanırdı ki?
Haberin devamında “Türk kökenli mimar Boran Burchard tarafından stilize edilen minarelere… işlenen yeşil altıgenin, hem Alman toplumunun en sevdiği sporlardan futbolu ve topu hem de İslâm geleneğini temsil ettiği” belirtiliyordu.
Futbol sevdası aleyhine yazmak kimin haddine(!) ama genel eğilim ve gidişat düşünülürse, bazı gerçekleri de hatırlamadan edemedim.
Kitlelerin esas mabetleri camii değil de stadyumlar; dinleri de futbol gibi, yanına nicelerini ekleyebileceğiniz dünyevî oyuncaklar mıydı?
Top gibi yuvarlanan, dönen, şekilsizleşmiş; alındığı elde, duruma göre zıp zıp zıplayıp, atılan tutulan, kuralsız, sahibine göre durum alan; âdeta nesneleşmiş, bir cisme mi çevriliyordu bazı mefhumlarımız, değerlerimiz?
“Kutsallık” kavramı tekrar ele alınmalı mıydı; yaralı mıydı? İşte top camiye kadar girmişti, -durum üstelik alkışlanırken- kim çekip çıkaracaktı.
Kuzey Almanya İslâm Toplumu Başkanı olan beyefendi, “minarelerin sadece Hamburg’ta değil Almanya genelinde ilgi gördüğünü; caminin yeni görünümüyle dinler arası diyaloğun simgesi olduğunu” kaydetmişti.
Belki de dinler arası bir alışverişin, alım satım işinin, ticaretin(!). İlle de mutlaka, olmazsa olmaz bir uyuşturma, dönüştürme ve uzlaştırmanın.
Fakat hiç üzülmeyelim, gam kasavet çekemeyelim. Nasılsa top bizdeydi.
Maksat ilgiyse, caminin içine dışına reklâm da alınabilir, daha iyisi bir maç tertiplenirdi. Kazanana Arap harfleriyle süslü altın bir kupa da verilirdi.
Teröristlikten usanmıştık, minaredeki remizler -bu gol- topumuza yeterdi. Top(lu) mesajlar, hangi yücelereydi(!)
Davet sanki namazdan gayriyeydi. Çağıran ezan değildi. Futboldu, baş değil ayaklardı, tefekkür tezekkür değil, oyundu eğlenceydi; bağıran çığırtkan bulamaç bir dünyanın sesleri, modern simgeleriydi.
Asıl sevilenin ve sevgilerimizin mahiyetinin ne olduğunu bildirdi bir kaç satır.
Soyuttan, kalpten, maddeye; resme indirgenen mukaddeslerimizi gösterdi.
Minarelerimiz dimdik elife benzemezdi, gözü yukarılarda, yükseklere uzamaya çalışmazdı; yuvarlanmıştı, ters tarafa yere bakardı, çakılmıştı, toptandı.
İnanç “hâkim” değildi artık. İslâm geleneğiyle, top arasında bir hakem düdük öttürüp duruyordu ve yumuşacık esnek toplar bir oraya, bir buraya, dört yöne gidip geliyordu.
Camiler liman, sığınak, Allah’ın evi ve ebediyet sembolü değildi. Modern dünyadan icazet almış, hizaya sokulmuş oyun alanlarıydı. Alabora olmuş, çalkantılı beyin ve kalplerin, bir karmaşanın; minarelere kazınmış teyidi, delili ve şahitleriydi.
Kalpler top sahasıydı. Namazda bile maça ara verilmiyordu. Kâbe’de, kıblemizde rengârenk toplar vardı. Futbol, tavafı idare ediyor; döndükçe dönülüyordu.
Camiide cemaat, dışarda dünya ahalisi top çeviriyordu. Allah kahretsin, zaten hakem de bilmem neydi.
Namaza davet edilirken, en kuvvetli dünyevî işaretlerden birine, futbola gel ediliyordu. İbadet kim(l)eydi? Benekleşmiş top top yüreklerde lekeler büyümez miydi?
Secde ederken, top gibi toparlacık bir dünyanın önünde mi yere kapanıyorduk? Ellerimiz göğe açılırken; rahmet, bereket, feyiz değil; semadan inecek sımsıkı sarılacağımız albenili, marka topları mı bekliyorduk?
Futbolcular resmigeçitteydi, acep YARİM deplasmandan geldi mi ki?
Hayatî bir soru: “Hangi takım küme düşecekti?”
Toplarla nereye kadar açılabilirdik? Kimin kafası, kalbiyle top gibi oynanıyordu?
İdrake top gibi vuruluyordu. Kafamızda namaz takkesi değil, futbolcu ayağı vardı.
Ayarlanmış, durdurulmuş, mekanik müezzin kesik kesik “Allahüekber” dedi.
Âlem top olmuş, kafamıza düşerken; sahiden sahiden kim inanırdı ki?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.