Tebdil-i Mekan
Gitmek... Belirli bir hedefe doğru değil, yalnızca, arkada bırakıp gitmek.
Varış noktasını hesap etmeden, bilmeden, 'kervan yolda düzülür' diyerek, dahası, bunu diyebilerek gitmek sadece.
Kaçmak eylemiyle dirsek temasında ama yine de tam olarak aynı olmayan bir gitmek. Alıp da başını gitmek, hani. Bildiniz mi? Gözü karartıp, esaretten kurtaran bir cesaretle gitmek...
Diye diye düşünerek bir yandan da çok şekerli Türk kahvemi pişirirken, 'nankörlük' diye bir kelime, acı bir şamar gibi gelip yüzüme vuruyor aniden. "Bu gitmek isteyiş, nankörlük müdür yoksa?!" diyorum. Bulunduğun yeri beğenmeyiş, ondan memnun olmayış mıdır?
Eğer gidiş bileti tek yönlü ise, elbette, elbette bulunulan yeri beğenmemek, orada kalmayı istememek, orayı sevmemek ve hatta oradan kaçmaktır bunun ismi. Bu da, hayati tehlike içeren şartların altında olunduğu sürece kabul edilip, nankörlükten sayılmaz bir, o kadar. Onun dışında, tabiki de yerini beğenmeyen ve sevmeyen nazlı bir gülün surat asması, kibri ve nankörlüğünden söz edilebilir.
Ne var ki, en başta sözünü ettiğim o gitmenin cebinde dönüş bileti de var... Fakat simdi işin o kısmında değil, yalnızca gitmek tarafıyla ilgiliyim. İç gıdıklayıp akıl çelen bu fikir, ne zaman ve nasıl düşmüşse aklıma artık... Sürekli bir 'gitmek' ile başlayıp bitiyor cümlelerimin cümlesi. Hepi, topu... Dervişin fikri neyse, zikri de o olurmuş ya.
Neden sonra, kahvenin şekeri fazla kaçmış olacak ki, o tat zihnimi açıyor bir anda. Sınava girmeden önce öğrencilere neden şeker yedirdiklerini tekrar hatırlayıp aklı selim ile düşünmeye başlıyorum. Şekerden 'en tatlı zehir' diye bahseden diyetisyenleri, alaycı bir gülümsemeyle selamlıyorum içimden o an. Zira zihnimin açılması iyi oldu; beynin sol tarafıyla düşünmek... Zehirmiş... Şifa resmen! Mantıklı ve gerçekçi olan, eril taraf ile düşünmek, çok iyi oldu.
Gerçi inanır mısınız, kendi aralarında nasıl bir koalisyon kurmuşlarsa, o da sağ beyin ile aynı şeyleri söylüyor hemen hemen. Tek fark olarak, "dönüş biletin de yanındaysa..." diye başlıyor sözlerine, o kadar. Konuşmasının devamında, tam bir ağız birliği içinde olduklarını görüyorum bu iki tarafķn. Gitmekte bir sakınca değil, tebdil-i mekanın getireceği bir ferahlama olacağını söylüyorlar. İçinde yaşayıp hüküm sürdükleri bu vatanı, vücudu, yani beni kurtarmak isteyen sağ ve sol taraf, "... gerisi teferruattır" diyorlar. Söz konusu 'vatan' olduğunda.
O halde şekerli kahve sayesinde, beyin ile bir anlaşmaya, ateşkese varıldı demek ki.
Peki ya kalp ne der bu gitmek fikrine? Ohoo... Onun dediği dünden belli zaten, canım! Bir iç organ, nasıl oluyor da dışarıdaki bir uzvun 'elinden tutabiliyorsa', bu cümledeki tuhaflıkla eşdeğer bir gariplik ve saçmalıkla, elimden tutup beni çekiştiren ve gitmeye zorlayan ana faktör ve baş aktör de kendisi zaten. Nereye olduğunu bilmeden, sırf gitmek arzusuyla yanıp tutuşan hülyalı hülyalı bakışlarla gözünü öylece dikmiş yola, en hayalperest haliyle, menzili ve sonu puslu olan belirsiz bir hedefi ve görünmeyen bir yolu kesiyor. Kesip duruyor. Durmadan kesiyor... Kendisi nasıl atıyorsa, beni de yollara attı atacak hatta. Asıl iktidar sahibinin beyin değil de kalp olduğunu bir kez daha anlıyorum o an. Şükür dolu bir ruh halinin feleğe doğru yükseldiği o hamd ediş duygusuyla, yeniden hatırlayıp yad ediyorum bu kadim bilgiyi...
Peki sonra? Çok şekerli Türk kahvemin telveli ve biraz da soğumuş olan son yudumu alırken, ne karara vardım? Dönüş biletimi cebime koyup gitmeye mi? O karara mı vardım? Bir karar ve denge bulabildim mi? Her gün evimin önünden geçen kirli beyaz kediyi bir güzel yıkayıp temizledikten sonra kararımı vereceğim sanırım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.