Renkli hoca kadrosuyla 80’lerin Konya İmam Hatip Okulu
1981 yılı Konya İmam Hatip Lisesi’nin imtihanla öğrenci almaya başladığı ilk seneydi hatırladığım kadarıyla. Bu günkü merkez binasının bahçesi hınca hınç öğrenci ve velileriyle dolmuştu. Velilerin bütün derdi 1 yıl Kur’an kursuna gönderdiği çocuğuna dini bir eğitim aldırmak, ardından doktor, hukukçu, mülkiyeli ya da öğretmen yapmaktı. O yıllarda İmam Hatipli olmak Konya’da bir ayrıcalıktı. Milletin imam hatiplilere gösterdiği bu teveccühü o yıllarda devletin gösterdiğini söylemek güçtü. İmam hatipliler resmi ideoloji gözünde hep biraz ötekiydiler. İmamlık yaptıkları yahut ilahiyat okudukları takdirde iyi, diğer türlü ihtiyaç fazlası okullardı. O yüzden hep başarılı olmak, iyi olduğumuzu ispat etmek zorundaydık.
Konya İmam Hatip Lisesi öğretmen kadrosu açısından son derece kaliteli ve renkli bir yapıya sahipti. Hiç unutmuyorum ilk dersi Abdurrahman İzmirli hocayla yapmıştık. İzmirli hocanın kendine özel jargonu hatta sınıfta kendisine lakaplar taktığı öğrencileri vardı. Hocanın jargonunda “apililer” biz oluyorduk. “Apaçiler”, komşumuz olan mahalle sakinleri.
Hocamızın müthiş bir tasvir gücü vardı. Türüm türüm köy tereyağına kırılmış yumurtamım kokusu ve ona eşlik eden sıcak somun ekmeği hemen hepimizin iştahını kabartırdı. Kışlık atleti olmayanlar için, iki yazlık atletinin birini düz, diğerini boğaz kısmını kapatacak şekilde ters giymek de onun öğrencilik yıllarına ait buluşlarındandı. Eli cebinde dolaşmanın yahut eli arkaya bağlamanın âdâbı muâşrete aykırı olduğunu da ilk hocamızdan öğrenmiştik. Ama her şeyden önemlisi hocanın gönlüne düştüğünde terennüm ettiği Kur’an ayetleri ya da derste okuduğu ezanlar... Ha bir de “Ayşe’min yeşil sandığı” türküsünü okurdu. Ama sadece o türkü… Okurken bütün sınıf duygulanırdı. İzmirli hocanın dersleri, en çok güldüğümüz ve gülerken çok şey öğrendiğimiz derslerden biriydi.
Siyer derslerini Mustafa Noras kadar yaşayarak, çoğu zaman gözyaşlarıyla anlatan bir hocayla bir daha karşılaşmadım diyebilirim. Sahabe isimlerini aile fertleri gibi sayar, her birisine dair en ince ayrıntıları hatırlardı.
Kadrosunda İbrahim Taşçı ve Süleyman Yıldırım gibi aşere okumuş iki hoca çalıştıran bir liseden bahsediyoruz. İbrahim hocamız daha sonra İlahiyat fakültesine Kur’an okutmanı olarak intisap etti ve doktora yaptı. Son derece mütevazı ve mahfiyeti tercih eden insandı. Sahip olduğu meziyetleri, mesela iyi makam bildiğini ve “aşere” okuduğunu hep başkalarından duyardık. Süleyman hoca ise sesinin güzelliğinden dolayı –ister istemez- ön planda olmayı gerektiren bir durumdaydı. Bir cuma günü Koca Tepe camiinde okuduğu efsane ezanın yankıları Konya’ya kadar ulaşmıştı.
Bu okulda güzel ezan okumak sadece meslek hocalarına mahsus değildir. Bir de asıl branşı Almanca öğretmenliği olan Mehmet Emin Karataş’ın sizi Medine’ye götüren ezanı vardır ki yıllar sonra bütün Türkiye’de o da bir efsane olacaktır.
Bilindiği üzere tefsir, hadis, fıkıh gibi meslek derslerinin temeli hiç kuşkusuz Arapça’dır. Arapça denilince de akla ilk gelen isim Süleyman Uğur hocadır. Arkadaşları arasındaki lakabıyla “müftü”. (Bu lakabı kendisine Kadı İzzettin Camiinin hocası merhum Ali Uca Efendi’nin taktığı söylenir.) Arapça, Süleyman hocamız için dersten öte adeta bir tutkuydu. Arapça’ya olan bu ilgisi öğrencilik yıllarına kadar uzanıyor. Süleyman hoca talebelik yıllarında okuldaki dersler dışında, bir zamanlar şark medreselerinde müderrislik ve daha sonra müftülük yapmış Abdülmecid Ünlükul’dan özel dersler almış. Çocukluğundan itibaren sürekli Kahire Radyosu dinlediği için pratik Arapçası da çok iyidir. O yıllarda Hayreddin Karaman ve Bekir Topaloğlu hocaların hazırladığı Arapça metinler kitabı bırakılmış, yerine Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırlattığı modern bir kitap okunmaya başlanmıştı. Rivayet odur ki Süleyman hoca o kitapta 101 tane hata bulmuştur. Hoca merhumdan özel ders de aldığım için bunun bir şehir efsanesinden çok hakikate daha yakın olduğunu söyleyebilirim.
Merhum Süleyman hoca, Kayseri İmam Hatip Okulu’ndayken, bir sınıfın dersine sürekli erken girermiş. Bu durum kendisine hatırlatıldığında, “çocuklar bu sınıfta Peygamberimiz’in (s.a.v) soyundan bir öğrenci var, onun benim için ayağa kalkmasını istemediğim için böyle yapıyorum”, demiş. (Kaynak: Ali Ramazan Dinç)
Arapça’ya olan vukufiyeti ve ciddiyetiyle temayüz etmiş bir diğer isimse merhum İsmail Hakkı Uca’ydı. İsmail Uca çalışmayı, kendisini geliştirmeyi seven prensip sahibi bir insandı. Bazı tercüme ve telif eserleri de vardı. İsmail Kaya merhumla birlikte tercüme ettikleri el-Lü’lü ve’l-Mercân adlı hadis kitabı aklımda kalan çalışmalarından.
Şunu peşinen ifade edelim ki o günün bazı meslek hocaları bu günün İlahiyat fakültelerinde okutmanlık yapabilecek düzeyde hocalardı.
Arapça denilince ömrünü buna vakfetmiş bir diğer isim Mustafa Akdedeoğulları hocamızdır. Ezher mezunu bu hocamız okulda saflığın ve temizliğin sembolüydü. Birinci sınıf öğrencilerine bile “kardeşler” şeklinde hitap edecek kadar engin bir gönle sahipti. Cüneyt Arkın’ın bir sinema artisti olduğunu bilmeyecek kadar bu dünyadan uzak kalmayı başarmıştı. Gurbet elde çok yokluk gördüğü için olsa gerek; çay tost yerine su ekmekle de kifâf-ı nefs edilebileceğini söylerdi. Hocamız okul dersleri dışında mahallesine yakın mescitlerde de fıkıh ve Arapça dersleri okuturdu. O kadar halim selim o kadar yumuşak başlıydı ki her yeni katılan öğrenci için kitabın tekrar başına dönülür ve bir türlü mesafe alınamazdı.
Dini musiki derslerine ise neyzen Zekai Kaplan hoca girerdi. Derslerini büyük bir ciddiyetle anlatırdı. Biz notadan çok ilahinin icra kısmıyla ilgilenirdik. Çünkü musiki dersleri ruhen dinlendiğimiz derslerdi.
Hafızamda yer eden bir diğer isimse hitabet derslerimize giren Talip Arışahin hocamızdı. Öğretmenden çok Hasan Âli Yücel’in müfettişlerine benzeyen bir yanı vardı: Son derece ciddi, Türkçesi muntazam, hareketleri ölçülü bir hocaydı. Sonra öğrendik ki hoca Konya İmam Hatibe gelmeden önce gerçekten de müfettişlik yapmış. Arada radyoda dini konuşmaları da çıkardı. O devlet ciddiyetinin ardında muzip tarafları da yok değildi. Mesela bir defasında ön sırada oturan ve her nasılsa ayakkabılarını çıkartıp bağdaş kuran bir arkadaşımıza, bir muavin edasıyla “hem şehrim burası köy otobüsü değil, giy ayakkabılarını” diyerek seslenmesi, arkadaş dâhil hepimizi kahkahaya boğmuştu.
Son sınıfta tefsir dersimize Mustafa Kayhan hoca gelmişti. Arapçam zayıf olmasına rağmen tefsiri yapabileceğime dair cesaret o derste yer etti. Hocanın imtihanlarda bizi kendimize emanet ederek bırakıp gitmesi ise zannedersem öğrendiğimiz bütün derslerin özeti gibiydi.
39-40 sene öncesine dair okulumdan hatırımda kalan hatıraları paylaştım. Burada yer verdiğim hocalarım, benim dersime girenler yahut kendilerinden özel ders aldıklarım. Kuşkusuz tanıma fırsatı bulamadığım daha nice hocamız bu okulda bi-hakkın görev yaptı. İçlerinden hayatta olanlara sağlık ve afityet, vefat etmiş olanlara da Cenâb-ı Hak’tan rahmet diliyorum. Ruları şâd, makamları pür nur olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.