Celalettin Divlekci

Celalettin Divlekci

Bir hadis âlimi, bir kültür tarihçisi, Fahri kulu efendimizin evladı: Prof. Dr. Ali Osman Koçkuzu

Bir hadis âlimi, bir kültür tarihçisi, Fahri kulu efendimizin evladı: Prof. Dr. Ali Osman Koçkuzu

Merhum Mahir İz Hoca (1895-1974) bitirme tezi olarak “Şâir Adanalı Hayret”i çalışmaya karar verdiğinde, terceme-i hâli (biyografisi) hakkında yeterli bilgi bulunmayan bu zat için çevresindekiler, İbnülemin Mahmud Kemâl Bey’i (1871-1957) işaret ederler. Bir öğle tatili Süleymaniye’deki müzeye gider, kapıdan içeri girdiği zaman İbnülemin Bey kendisini tepeden tırnağa şöyle bir süzer ve “buyurun” der. Devamını Mahir Hocamızdan dinleyelim: “Oturdum. ‘Siz kimsiniz?’ dedi. Kendimi tanıttım. Nereli olduğumu ve ailemi sordu. İstanbulluyum ve Külâhizâdelerdenim dedim. ‘Altıparmak M. Süreyya Efendi’nin Sicilli Osmânî’sinde sülâleniz yazılıdır’, dedi.”1 Yakınlarda kaybettiğimiz Ali Osman Koçkuzu Hocamız hafızasının genişliği, kültür tarihçiliği, geçmişle olan irtibatı, müşkilpesentliği ve tabi ki tenkitçiliği yönüyle bana hep İbnülemin Bey’i hatırlatmıştır. Burada İbnülemin Bey için söylenilen o berceste mısraı da hatırlayalım:

Hezâr gıpta o devr-i kadîm efendisine

Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine.”

Kendisiyle Kervan Dergisi adına yaptığım bir röportajda (Mart-1993) nasıl bir tenkit anlayışına sahip olduğunu sorduğumda, şu şekilde cevaplamıştı: “Tenkit benim kendi hesabıma başımın belasıdır. Çocukluğumuzda Allah rızası için gördüğü kötü şeyi düzeltmeye çalışan bir zümre içinde yaşamamız bize bu huyu verdi. Kur’an hocamın da böyle bir dik yanı, ters bir tarafı vardı. Rahmetli Tayyip Bey de birçok kişiye nazik bir edayla yaptığı hareketin bozuk düzen taraflarını söylerdi.”2 Galiba bu yönünde çevre faktörünün yansıra, dedelerine bakan genetik bir faktör de yok değildi…3 Zaman zaman iğneleme ve hicve kayan bir tenkit anlayışı, hocayı dışardan bakan pek çok kişi için mesafeli durulması gereken bir insan olarak gösteriyordu. Hocanın “başımın belası” dediği tenkit anlayışının arka planında ise bizim fert ve toplum olarak çıtayı daha yukarıya yükseltmemiz gerektiğini işaretleyen bir istek ve hassasiyet bulunmaktaydı. Zaman zaman konuyu şahsileştirdiği olsa da tenkitlerini, bizim yanlış ve eksiklerimizi düzeltmemiz; her bakımdan daha iyiye ulaşmamız için yapıyordu.

İlk derste her öğrenciye nereden geldiği, aslen nereli olduğunu sorardı. Öğrencinin verdiği cevaba göre, o yerleşim birimin önceki adının ne olduğu, yöre insanının oraya nereden geldiği; karakteristik özellikleri ve geçim kaynağının neler olduğu gibi hususları aktarırdı. Bu durumu biraz da şaşkınlık ve hayranlıkla karşılayan öğrenciyse sadece tebessüm edip kafa sallamakla yetinirdi.

Dersinde, herkesin bir taraftan çekindiği ama anlattıklarına da gülmeden edemediği bir atmosfer hâkimdi. Yüzünde, bakışlarında her konuya göre değişen emsalsiz bir ifade kudreti vardı. Derste kelimenin tam anlamıyla tek kişilik tiyatro izlerdiniz. Aslında bu kabiliyeti onun çocukluk yıllarına kadar uzanmaktadır. Talebelik yıllarında bir gün bedestende Silleli Ali Uca Efendiyi, yine kendisi gibi Silleli olan dünürüyle giderken görür. Yanlarına gelip, Sille aksanıyla “Hoca baba nasılsın? Nere gidersiniz böyle?” der. Ali Efendinin dünürü bu tuzağa düşer ve “Bu yavru kimlerden? Bizden mi?” diye sorar. (Bu, bir Silleli’nin diğer bir Silleli’yi tanımak için sorduğu tipik bir sorudur.) Ali Efendinin cevabı şu şekilde olur: “Bu kepâze bizden değil amma bizim gibi konuşur.” Bu manzara o günün Konya’sını, o çevreyi bilen herkesi tebessüm ettirecek bir sahnedir.

Kendisine dair ilk intibâım ise fakülteye başladığım sene Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahidlerin İtikat ve Teşri Yönlerinden Değeri kitabını imzalatmak istediğimde oluşmuştu. Kitabın üzerine işlek bir Osmanlı Türkçesiyle; “Bu kitabı kendi parasıyla alan Celalettin Divlekci’ye…” diye başlayan bir cümle yazmıştı. Cümlenin muhtevasından çok hattaki işleklik dikkatimi çekmişti.

Zamanla hocayı daha yakından tanıma imkânım oldu. Hocanın odası talebe açısından, diğer hocaların odalarına girip çıktıkları gibi, kolayca girebilecekleri bir yer değildi. Her şeyden önce ciddi bir gerekçenizin olması gerekiyordu. İçeri girdiğiniz andan itibaren bir çift kameranın baştan aşağıya sizi kaydettiğine dair bir hisse kapılırdınız. Hocanın sevgisini ve güvenini kazanmak kolay değildi. Ama bunları kazandıktan sonra alacağınız keyfe de diyecek yoktu. İlmin ve ciddiyetin yanında bol bol tebessüm edeceğiniz hikâye ve gözleme dayalı analizler dinlemek herkese nasip olmuyordu. Mesela isim vermeden birisinin pintiliğini mi anlatacak: “Abi adam parayı saat cebinden çıkartıyor.” derdi. Yahut diyanet işleri başkanlığı seçimleri yapılacaktır ve potansiyel adaylar Ankara İlahiyat’tandır. Hoca, oradaki hocaların tercih edilme sebebine gönderme yapmak üzere, “Söyleyin! Biz bayan aday çıkartacağız” türünden sözlerle ziyaretçilerini tebessüm ettirirdi. Birde ne zaman doçentlik jürisinde reddedilecek bir aday olsa, sonuç açıklama işinin kendisine verildiğini -biraz da sitem ederek- söylerdi.

Çocukluk yıllarında Osmanlı’nın ilim ve ahlak abidelerine yetişmiş ve onlardan istifade etmiş; enstitü yıllarında da derslerine giren pek çok önemli şahsiyeti tanıma imkânı olmuştur. İstanbul’da kaldığı yıllarda kendisini daha çok enstitüdeki derslerle sınırlamış, bunun dışında kalan ilim, irfan ve edebiyat meclisleriyle teması olmamıştır. Bir diğer ifadeyle İstanbul’da sınırlı bir çevre içinde kalmış; düşünce adamı, şair ve yazar olarak bilinen isimlerle bilhassa temas kurmamıştır. Bunun sebebi ise eserlerini okuyup, kendisini uzaktan takdir ettiği insanlara karşı bu hislerini muhafaza etme gayretidir. Prof. Tayyip Okiç (1902-1977) gibi, çok kültürlü bir coğrafyada yetişmiş bir hocanın danışmanlığında tez hazırlamış. Bu sayede Batıyı tanımanın, farklı diller öğrenmenin önemini fark etmiştir. Ama bunlar içerisinde kendisini bir hadis hocası olarak en çok etkileyen şahsiyet, merhum Abdülfettâh Ebû Gudde (1917-1997) olmuştur.

Gariptir, sanki başka hiçbir hocanın odasında, o odadaki kitap kokusu yoktu. Farklı boyutlardaki kitap dolapları içinde, kimin eskittiği belli olmayan, (ikinci el olduğu için mi yoksa hocanın elinde eskidiği için mi) kâğıtları sararmış, ciltleri fersude hale gelmiş eski kitaplar…

Bir ara fakültede öğrencinin Arapça seviyesini artırmaya matuf bir kurs düzenlenmişti. Kursu veren hocalar içerisinde Ali Osman Hocamız da vardı. Fırsat bu fırsat hocamızdan özel ders alacaktık. Nasılsa ikinci hafta derse katılan öğrenci sayısı yarıya, daha sonraki haftalarda ise üçe dörde düşecekti. Nitekim öyle de oldu. Biz iki kişi kaldık. Hoca odasında bize ders vermeye devam etti. En sonunda diğer arkadaş da pes edince hocayla baş başa kaldık. Hatırladığım kadarıyla benim isteğim üzerine Mustafa es-Sibâî’nin es-Sünnetü ve Mekânetühâ fî Teşrîi’l-İslam adlı esrini okuyorduk. Dersi ben hazırlıyor, hocaya arz ediyordum. Arapça alt yapım yeterli olduğu için hocanın tenkit oklarına yakalanmadan dersi götürebiliyordum.

Sonra bir gün önüme bir elyazması koydu. Zannedersem kelimelerin noktaları da yoktu. Çat pat okumaya çalışırken, içeriye hadis anabilim dalında görev yapan hocalar geldi ve gördükleri manzaradan son derece memnun kaldılar. Sonradan öğrendim ki hoca bu yazma eseri, doçentlik sözlü imtihanlarında adaylara okutuyormuş. Bu yaptığımız son ders oldu.

Bir ara rahmetli Dekanımız Orhan Karmış Bey’le birlikte iki haftalığına Mısır’a gitmişlerdi. Hocanın kökenleri itibariyle de Mısır’la bir alakası bulunuyordu. Anlattığı kadarıyla, Konya’ya kadar gelen Mısır ordusundan geride kalan bir aileden geliyordu soyları… (Nitekim Konya’da çoğunlukla bu ailelerin oturduğu semte “Araplar” adı verilmiştir. Hocamız da bir dönem bu semtte oturmuştur.) Dönüşlerinde seyahatlerindeki intibalarını paylaşacakları bir seminer düzenlendi. Başta Hasan Özönder merhum olmak üzere dinleyicilerden birçoğu, bilhassa Ali Osman Hoca’nın gözlemlerini merak ediyordu. (Bu arada Özönder Hoca’nın Ali Osman hocaya zaman zaman söylediği şu cümleyi hatırlayalım: “Hocam beğendiğiniz bir nesne ya da şahıs söyleyin; etrafında tavaf edeyim.”) Nihayet hoca Ezher’i gezerken bir ara açtığı bir kapının ardında, bir oda dolusu çöp gördüğünü söyledi. Anlaşılan binada çöp depolamak için bir oda vardı ve tesadüf onu hocanın karşısına çıkartmıştı…Buraya kadar anlattıklarım hocanın dış dünyaya karşı gösterdiği kısmen sert olan tarafı. Onun bir de başkalarından gizlemeye çalıştığı bir yönü var ki onu Paşa Dairesi, Fahri Kulu, Çanakkale Cephesinde Bir Müderris, Bir Müderrisin Sürgün Yılları gibi, emekli olduktan sonra yayımladığı kitapların satır aralarında görürsünüz. Oradaki Ali Osman Hoca ilkinin aksine oldukça naif, duygu yüklü, gerçek tasavvufa değer veren, büyüklerin ahlâk ve irfanına hayranlıkla bakan, rikkat sahibi bir insan… Aslında bu hasletler onda hep vardı ama sadece ona yakın olabilenler bunun farkındaydı. Benim öğrencisi olarak anlayamadığım ise hocanın bu naif ve babacan tarafını neden geri planda tuttuğudur?

İmam Hatip Okulu orta sonda tefsir dersine Hacıveyiszâde “Mustafendi Hoca” (1887-1960) gelmektedir. Derste Celâleyn tefsirinden kısa sûreler okunmaktadır. Ali Osman Hoca’nın elindeki nüsha Islâh-ı Medâris öğrencilerinden Silleli Mustafa Yavuz’a aittir. Son derece eski olan bu tefsirin kenarında kitap harflerinden çok daha düzgün denilebilecek çeşitli tefsirlerden notlar bulunmaktadır. Koçkuzu Hoca kitabı Hacıveyiszâde’ye gösterince yazılardan kitabın Ziyâ Efendi Hazretlerine ait olduğunu anlar ve kitabın sayfalarını yüzüne sürüp öper…4 Bu sahne ve şahitlik o kadar çok şey anlatmaktadır ki bir talebenin hocasına olan muhabbetini, vefasını, özlemini, adına değer denilebilecek hemen her şeyi… İnsan bir başkasının hikâyesini anlatırken aslında bir parça kendi hikâyesini de anlatır ama çoğu zaman farkında değildir. Bilhassa Paşa Dairesi kitabı bu gözle okunursa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

Koçkuzu Hocamızın Abdullah Fevzi Efendi’ye dair neşrettiği kitaplar olmasaydı, Islâh-ı Medâris’in ilmî gücüne dair anlatılanlar bir şehir efsanesi olarak kalacaktı. Bu sayede, bu topraklarda ne büyük insanlar yetişmiş olduğunu; dayatılan sosyal değişimle neleri kaybettiğimizi bir kere daha fark etmiş olduk.

Hocayla ilgili şahidi olduğum olaylardan bir diğeriyse şudur: Isparta’da bir sempozyum düzenlenmiş ve hoca da konuşmacı olarak davet edilmişti. Aynı zamanda ev sahibi de olan konuşmacı, konuşması sırasında sünnetin dinde kaynak olma değerini tartışmaya açmış ve hadis alanında ileri geri konuşmuştu. İlmî tenkit usullerine pek de uymayan bu konuşma üzerine, Koçkuzu hoca söz almış ve kendisine hitaben; “sizin yaptığınız, arkeolojik bir kazı alanına greyderle girmektir. Oysa bu alana hassas fırçalarla girmeli ve her malzemeyi ayrı ayrı değerlendirmeli” demiş ve böylece yapılan tenkidin usul açısından yanlışlığını öğrenci kitlesinin anlayacağı bir dille ifade etmişti.

Emekliliğine yakın yıllarda, fakülte idaresinin sistematik bir şekilde kendisini üzdüğünü işittim. Son yıllarında akademik çevreye sebebini çok da bilemediğim bir kırgınlık içindeydi. Verdiği bir röportajda, “Yeni yetişen akademisyenlere ne tavsiye edersiniz?” sorusuna karşılık olarak, “Hiçbir şey… Herkes kendi hesabını yapar Allah deyü deyü…” şeklinde cevap vermişti.

Kendisini en son hocası Hacıveyiszâde için yapılan bir anma toplantısında dinleyici koltuklarında otururken gördüm. Çıkışta elini öptüm. Çevresine ilgisiz bir ruh hâli vardı. Konuşmacının kapanış cümlesi olarak söylediği, “Allah taksiratını affetsin” cümlesi hakkındaki yorumunu soramadım…

Son olarak, bu satırları yazmanın benim için hiç kolay olmadığını belirtmek isterim. Onun vefatıyla birlikte Konya’nın manâ tarafının bir parça eksildiğinin farkındayım; Konya’nın ve kalbimin… Rabbimden niyazım; hoca dedem dediği Fahri Kulu Efendimiz ve ondan farklı tutmadığı Hacıveyiszâde Mustafa Efendi Hocamızla Havz-ı Kevser’in başında buluşmasıdır. Sözlerimi hepsinin hocası olan, allâme ve mürşid-i kâmil Ziyâ Efendimiz Hazretlerinin bir mısraa ile bitiriyorum:

İzâ ataştü ğaden min harri ma‘siyetî/Fe-kul yâ Zıyâ hâzâ Kevserî fe-ridi

(Yâ Resûllah!) Yarın günahlarımın hararetiyle yandığımda;

De ki ey Ziyâ! İşte Kevserim gel başına, iç kana kana…”

Not: Hocamızın tarihe şahitliği son derece önemlidir. Oğlu Halim ağabeyden ricam; eğer bir hatırat yazmışsa –ki büyük ihtimalle yazmıştır- yarım da olsa yayımlanmasıdır.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
6 Yorum
Celalettin Divlekci Arşivi