Konya’nın uluslararası bir değeri: Merhum Hüseyin Küçükkalay
Mehmet Âkif, Sırât-ı Müstakim dergisinde “Dârü’l-Fünûn Talebesine Bir Tebşîr” başlıklı yazısında1 Ali Fehmi (Cabiç) Efendi (ö.1918) adında Hersek müftülüğü yapmış ve siyasi bir heyete başkan olarak Hersek’ten İstanbul’a gelmiş ve orada kalmış bir hocadan bahseder. “Kendisini ilk defa bir âşinâ-yı kadîmin evinde görmüştüm” dediği bu zat, Âkif’in Arap diline olan ilgisini işitince aralarında Âkif’i hayran bırakan bir diyalog gelişir. Âkif, kendisine Câhiliye şairlerinden ve daha sonraki dönemlerden kimin bir beytini okumuşsa Ali Fehmi Efendi o beytin altını üstünü, onunla münasebeti olan başka şairlerin şiirlerini son derece rahat bir şekilde okur.
Âkif devamla der ki; bilirsiniz ki Arap tarihindeki önemli olaylar (eyyâm), kabileleri, Arapların soybilgileri (ensâb) sağlam bir şekilde bilinmedikçe edebiyatları da anlaşılmaz. Mesela “Kuseyyir Ahtal’ı şu beyit ile, Cerîr de Râî’yi şu kasideyle bitirmiştir…” derler. Siz ise o beyitlerde ne söğüş ne de döğüş, hülasa hicve ait bir şey göremezsiniz.
Âkif, “İşte, Ali Fehmi Efendi’nin saydığım konularda o denli derin olduğunu gördüm ki bunu bir başkası söylese inanmazdım”, der. Arap diline çocukluğundan beri şiddetle tutkun olan şair, sürekli olarak erbabını aramış Arabistan’ın bir hayli yerlerini dolaşmış, Arap ediplerden birçoğuyla görüşmüş, dilin inceliklerini, geçirmiş olduğu dönemleri, kaidesini, edebiyatını bu kadar etraflı incelemiş bir kimseye rastlamamıştır.
Özetle vermiş olduğumuz bu satırlarda geçen Ali Fehmi Efendi ismini kaldırıp yerine Hüseyin Küçükkalay’ı koyduğunuzda Hüseyin hocayı tasvir etmiş olursunuz. Küçükkalay hoca, Türkiye’de İslami ilim geleneğinin kesintiye ve takibe uğradığı bir dönemde, uzun asırlar ilim ve kültür merkezi olarak kalmayı başarmış Suriye’nin başkenti Şam’a gider. Oğlu Mesud Küçükkalay’ın yazdığı Üç Potre (Çizgi, 2018) kitabında detaylı bir şekilde anlatıldığı üzere, hocamız çocuk yaşta anadan ve vatandan cüda kalmış ve çok sıkıntılara düçâr olmuştur. Önce aileyi ikna çabaları, sonra kaçakçıların eşliğinde pasaportsuz geçilen mayınlı sınırlar. Yarı aç yarı tok geçen, o taraflara gelen olursa eline ulaşan üç beş kuruşla idâme ettirilmeye çalışılan bir tahsil hayatı. Yabancı bir ülkede, koca bir şehrin ortasında yapayalnız bir çocuk…
Nereden bakılırsa bakılsın, çocuk yaşta bir insanın bu kadar çileli bir hayata talip olması aslında tam anlamıyla bir kahramanlık hikâyesidir. Kahramanlık hikâyesidir çünkü bin bir çile ve fedakârlıklarla yapılan bu tahsilin, ülkesinde o gün için hiçbir değeri ve gelecek adına da vadettiği bir şey yoktur. Bu hikâye günümüz gençliğinin anlamakta zorlanacağı kadar ulvi değerlerle doludur. Herkes uyurken, ortası delik bir yorganı pelerin gibi kullanarak lamba ışığında çalışmayı tercih eden bir aşk hikâyesidir.
Hocamız, siyasi ve iktisadi açıdan zor, ama ilmî açıdan bereketli dönemlerde, alanında otorite pek çok hocadan istifade etmiştir. Said Havva, Müslüman Kardeşler teşkilatının genel sekreteri Mustafa Sibâî, Abdülfettah Ebû Ğudde Hocamız bunlardan en meşhurlarıdır. Buna kendisinin çalışma azmi de eklenince; derste ezberlemekle yükümlü olduğu beyit sayısı beşse o on beş beyit ezberlemiştir. Kendisinden beklenen performansı, iştiyakla ikiye hatta dörde katlayan bu küçük öğrenci bir defasında –anlatılanlara göre- bilmediği kelimelere bakmaktan sıkıldığı için Muhtâru’s-Sıhah adıyla meşhur bir sözlüğünü ezberleyip yanında taşıma yükünden kurtulur. Tahsil hayatının ikinci yılındayken bir gün Suriye asıllı arkadaşına bir soru sorar: “Konuşmamdan benim Arap olmadığım anlaşılıyor mu?” Bu soru o yaştaki biri için son derece ileri bir hedeftir. Arkadaşı biraz acı bir tebessümle cevap verir: “Daha ilk kelimenden Hüseyin…” Bu cevap karşısında Hüseyin hoca oturur ve hüngür hüngür ağlar… “Daha ilk kelimenden…” Bu söz onun için adeta bir kamçı olacak ve yıllar sonra Kral Suud Üniversitesinde hocalık yaparken onu herkes Suriyeli zannedecektir. Bu kadarla da kalmayacak Arap öğrenciler arasındaki lakabı Sîbeveyhi (Prof. Dr. İdris Şengül’den naklen) olacaktır. (Sîbeveyhi bilindiği üzere Arap dilinin kaidelerini derleyip, onları sistemli bir şekilde kaleme alan dil âlimidir.) Hoca böylece felekten ağladığı günlerin –tabir caizse- rövanşını alacaktır.
Şam yılları hoca açısından son derece dolu geçer. Öyle ki Bağdat Üniversitesine geldiğinde, gramer dersinde sorumlu tutuldukları eser (Şerhu İbn Akîl), Şam’da henüz lise yıllarındayken okuyup hallettiği temel bir eserdir. (Daha sonra bu eserin bir kısmını bendenize de okutmuştur.)
Küçükkalay hoca, denilince akla ilk gelen şey Arapça ve Arap edebiyatıdır. Hocamız yaşayan ve tarihte kalmış lehçelerine varıncaya kadar bu dile hâkimdir. Konu buraya gelmişken Arapçanın kültür, düşünce ve irfanımız için ifade ettiği önemi Cemil Meriç’in şu tespitleriyle dile getirmek isteriz. Meriç Kültürden İrfan’a adlı ölümsüz eserinde, Amerikalı Protestan bir ailede dünyaya gelmiş Ömer Faruk Abdullah’la Mâvera dergisinin Haziran, 1980 tarihli 43. sayısında yayınlanmış bir mülakata yer verir. Söz konusu mülakatta Ömer Faruk gençlere ısrarla Arapça öğrenmelerini tavsiye eder hatta mekteplerimizde Arapça okutulması gerektiğini söyler. Sözün burasında ne yazık ki der, Meriç, “bir Ömer Faruk’un irfan ve iz’ânı ile yarını kuracak Müslüman gençliğimizin idrâksizliğini mukayese edince, yüzümüz kızarıyor. Ömer Faruk İslam’ı tanımak için ilk adım Arapça öğrenmektir diyor. Bu ihtiyacı duyan kaç Türk aydını var? Bırakın Arapça öğrenmeyi, Osmanlıcadan ne haber?”2
İtiraf etmeliyiz ki Arapça öğrenmek bırakın kendi değerleriyle kavgalı Türk aydını için, kültürel kimliğini Müslüman olarak tanımlayanlar için bile zor gelmektedir. Öğrenenler de belli bir seviyenin üzerine çıkamamaktadır. Küçükkalay hoca ise filoloji tahsili yapmamasına rağmen, özel ilgisi sonucu bu dilde bir filoloji mezununun sahip olabileceği bilgi ve donanıma sahip olmuştur. Nitekim geride bıraktığı Kur’ân Dili Arapça adlı eseri bu tezimizi doğrulamaktadır. 1969 yılında Manevi Değerleri Koruma ve İlim yayma Cemiyeti tarafından basılan eser gerek yayın evinin dağıtım sorunu nedeniyle, gerekse okurun henüz o seviyede olmaması nedeniyle hak ettiği ilgiyi görememiştir. Eser, bir Arap dilbilimi çalışmasıdır. Girişte genel olarak dillerin gelişiminden bahseden yazar, Arap Dilinin gelişim sürecinden, kadim Arap lehçelerinden, Arap Dilini geliştiren etkenlerden ve eş anlamlılık (terâdüf), çok anlamlılık (müşterek), Arapçaya yabancı dillerden giren kelimeler (muarrab) gibi konulardan bahseder. Diyebilir ki yazıldığı dönemde bu konuları ele alan yegâne Türkçe eserdir. Gerek kullandığı kaynakların Arap filolojisiyle ilgili temel eserler olması gerek müellifin bu kaynaklardaki kıymetli bilgileri titiz bir şekilde Türkçe okuruyla buluşturması eserin belli başlı özelliklerinden bazılarıdır.
Küçükkalay hocanın ilmî birikimini belirleyen faktörlerden bir tanesi de hiç kuşkusuz sahip olduğu ihtisas kütüphanesidir. Dil, edebiyat ve tefsir ağırlıklı bu kütüphanede o dönemin ilmî çevrelerinde rastlanmayan eserler de yer almaktadır. Cevâlîkî’nin (ö. 1145) el-Muarrab adlı eseri yahut Tâhir b. Âşur’un (ö. 1868) et-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı muhteşem tefsiri ve belli başlı Arap şairlerine ait divanlar bu kabildendir. Kütüphanesi bu gün SDÜ. İlahiyat fakültesi kütüphanesine Prof. Dr. Abdullah Mesud Küçükkalay tarafından bağışlanmıştır.
Yeri gelmişken hocanın, Ankara İlahiyat Fakültesinde tefsir ve hadis kürsülerinin kurucusu olan Bosna-Hersekli ilim adamı merhum Prof. Tayyip Okiç’in danışmanlığında yaptığı “Abdullah b. Mesud ve Tefsir İlmindeki Yeri” adlı doktora tezinden de bir nebze bahsedelim. Söz konusu tez ülkemizde tefsir alanında yapılmış ilk örneklerdendir. Hocanın tefsir ilminde asıl ilgisi beyânî tefsir ekolü (Kur’an’ın edebî özelliklerini öne çıkaran yaklaşım) olmasına rağmen, Türkiye’de tefsir sahasında akademik çalışmaların henüz başlangıç aşamasında olduğu dikkate alındığında, sahabe tefsirine öncelik verilmesi uygun görülmüştür. İbn Mesud (r.a) sahabe içerisinde tefsirde otorite birkaç isimden birisidir. Günümüze gelen kendisine ait bir kitap ya da risale bulunmamaktadır. Hoca titiz bir çalışma sonucu rivayet tefsirlerinden İbn Mesud’tan nakledilen rivayetleri derlemiş, muhtelif konularla ilgili görüşlerini tespit etmiş ve böylece bu büyük sahabînin tefsir ilmindeki yeri ve önemini ortaya koymuştur. Bu süreçte tefsir tarihine dair yazdığı eseri günümüzde hala okunmakta olan, Bağdat Üniversitesinden hocası Mısırlı Dr. Muhammed ez-Zehebî ile de yazışmıştır. (Küçükkalay hoca İbn Mesud Hazretlerinden çok etkilenmiş olsa gerek ki ikinci erkek çocuğuna bu ismi vermiştir.)
Küçükkalay hoca itikatta Ehl-i Sünnet çizgisindeydi. Bu çizgiden uzaklaşan kimselere –yakın arkadaşı da olsa- iyi gözle bakmazdı. Ulemaya son derece saygılıydı ve saygı göstermeyenlere de kızardı. Fert ve toplumun kurtuluşunun, kurumsal ve bireysel anlamda ilahi emir ve yasakların tatbikinden geçtiğine inanırdı. Siyasi anlamda Milli Görüş çizgisindeydi. Ama aktif olarak siyasetin içinde hiçbir zaman olmadı.
İhtisas alanı tefsir olmakla birlikte hocanın öne çıktığı alan Arap Edebiyatı olmuştur. Hafızasındaki binlerce beyit yeri geldikçe, münasebet düştükçe sohbet meclislerini süslerdi. Şiir aslında sadece bir edebî anlatım biçimi değil, aynı zamanda bir kültür taşıyıcısı ve kelimelerin bağlamlarını bizlere doğru bir şekilde taşıyan kelimelerin sicil kaydıdır. Malum olduğu üzere sözlükler tek başlarına kelimelerin anlamlarını vermekte yetersizdirler. Kelime cümle içerisinde kullanıldığı takdirde gerçek anlamını bulur. Şiir bunun en ideal formudur. Hocamızın Arapçasının bu kadar fasih ve akıcı olmasının bize göre en temel sebebi şiire olan hâkimiyetidir. Hatırımda kaldığı kadarıyla birkaç Arapça şiir denemesi de olmuştur. Aruza son derece vâkıf olduğu için birisi bir şiiri yanlış okursa, o şiiri bilmese bile veznin kırılmasından yanlış okuduğunu yakalardı.
Konu şiir ve edebiyattan açılmışken, bir gün derste kendisine, “Vefat ettiğinizde mezar taşınıza yazılmasını istediğiniz bir beyit var mı?” şeklinde biraz da münasebetsiz bir soru sordum. Hocamız Ebû Nüvâs’a (ö. 813) ait şu mısraları mırıldandı:
“Yâ Rabbi, in ‘azumet zünûbî kesraten
Fe le-kad alimtü bi enne afveke a’zamu
İn kâne lâ yercûke illa muhsinun
Fe bi-men yelûzü ve yestecîru’l-mücrimu”
Aynı zamanda Hz. Mevlana’nın oğlunun mezar taşına kendi elleriyle yazdığı bu mısraları kendi çevirimizle verelim:
“Günahlarım nice büyük olsa da Rabbim,
Senin affından elbet büyük olmayacak!
Eğer kapında sadece iyilere yer olacaksa,
Kötüler kimin kapısına varacak.”
Hocanın sıkça okuduğu ve biraz da kendisini bulduğu beyitlerden bir tanesi de meşhur şair Mütenebbî’ye ait şu mısralardır:
Ramâni’d-dehru bi’l-erzâi
Hatta füâdî fî ğışâin min nibâlin
Fe-sırtu iza esâbetnî sihâmün
Tekesserati’n-nısâlü ale’n-nısâli
“Feleğin okları öylesine çok saplandı ki
Oktan yer kalmadı yüreğimde.
Atılan oklar üst üste geldikçe
Uçları kırılmaya başladı…”
Yine meşhur Cahiliye şairi İmruü’l-Kays’a (ö.m.540) ait şu mısralar da onun hissiyatına tercüman olmuş gibidir:
Ve leylin ke-mevci’l-bahri erkha südûlehu
Aleyye bi-envâi’l-hümûmi li-yebtelî
“Geceler… Deniz dalgasına benzeyen geceler...
Karanlıkları üzerime örter de örter
Beraberinde türlü dertler(le)
Beni sınamak ister.”
Üzülerek belirtelim ki yetişmiş değerlerinden istifade etmesini, bunun için fedakârlığa katlanmasını bilmeyen bir toplumsal yapımız var. Hüseyin Küçükkalay hocamız da bana göre bu değerlerden bir tanesiydi. Kral Suud Üniversitesindeki hocalık hayatı sona erdikten sonra memleketi olan Konya’da köşesine çekildi. Bu süreçte kendisinden istifade etmek isteyen çeşitli şahıslar ve kurumlar oldu, bunların kimisi hocayı üzdü kimisi de kendince istifade etti. Ama bu hiçbir zaman ideal ölçülerde olmadı. Kuşkusuz bu durum tek taraflı bir problem de değildi. Bize göre bunun, biri merhum hocamıza diğeri istifade etmek isteyen tarafa ait olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Hocamıza bakan yönü, kendisinin eskilerin tabiriyle müşkilpesent yani zor beğenen, zaman zaman çabuk hiddetlenen, kimi zaman çabuk bıkan/yorulan hassas bir yapıya sahip olmasıdır. Nitekim yakın çevresinden birisine, kendisinden istifade etmek isteyenlere bu anlamda yeterince yardımcı olamadığını söylediği bilinmektedir. Buna mukabil istifade etmek isteyen tarafa bakan yönüyle ise (bu kurum ya da şahıs olabilir) bu taraf şahıssa hocanın standartlarını zor bulması ve çabuk pes etmesi, kurumsa hocayı kendisine uygun seviyede öğrenciyle buluşturmaması olmuştur.
Bu vesileyle kıymetli akademisyen Prof. Dr. Abdullah Mesud Küçükkalay’a yazdığı kitaptan dolayı teşekkür eder, muhterem hocamı rahmetle yâd ederim.
1 Ersoy, Mehmet Akif, “Sırât-ı Müstakîm”, sayı: 13, Tişrîn-i sânî, 1324/Şevval, 1326- İstanbul, s. 198-199.
2 Meriç, Cemil, “Kültürden İrfan’a”, (Hazırlayan: Mahmut Ali Meriç), İletişim Yayınları, İstanbul-2017, s. 337-340.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.