Şadan Sezgin

Şadan Sezgin

Portakal Kabuğu

Portakal Kabuğu

Her ne kadar zorluk içinde geçse de, tebessümle anılan o eski günler…

Üstad Mustafa KUTLU’nun tabiriyle: “Babamızın eve bir külek Zile pekmezi veya bir kilo tahin helvası getirdiğinde bayram ettiğimiz, pantolon dizlerimizin, ceket dirseklerimizin yamalı olduğu ve gömlek yakalarımızın yıpranınca ters-yüz ettiğimiz o dönemler”.

 

Eskiden apartmanlar bu kadar yoğun değildi. Mahremiyetin en iyi korunduğu, çocukların daha serbest oynayabildiği o müstakil evlerdi; mahalle kavramını ve komşuluk bilincini oluşturan şehirlerin daha yaşanabilir yer olmasını sağlayan.

 

Evler bahçeler vasıtasıyla birbirinden ayrıydı o dönemler. Kapı komşusu kavramının olmadığı ama sokaktaki ve hatta mahalledeki herkesin birbirini tanıdığı o dönemler. “Bugünün apartman denilen sefertası biçiminde evleri her birinin nefes kokusunu duyacak kadar insanları burun buruna getirmekte, aşırı yakınlık yüzünden öyle bir uzaklık doğurmuştur ki, Avrupalı bir muharririn de dikkat ettiği gibi, komşuluk denilen aziz manayı tam kökünden kurutmuştur” dedi, Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK. Allah rahmet etsin.

 

“Eski mahallelerde mahremiyet büyük önem arz ederdi. Bundan dolayı evler birbirinden yüksek inşa edilmezdi. Öyle olsaydı yüksekte kalan evin sahibi komşusunun bahçesini, penceresini görür ve rahatsızlık oluşabilirdi. Pencereler dahi karşı komşunun mahremiyetini bozmayacak yerlerde açılır; ev kapılarının birbirinin karşısına gelmeyecek şekilde yapılmasına dikkat edilirdi. Hatta minareye çıkan müezzinler gözlerini bağlardı. Yeni inşa edilecek evler daha önce yerleşmiş kişinin yol hakkını, manzarasını, mahremiyetini bozacak şekilde dikilmezdi. Çıkmaz sokaklar ise burada oturanların ortak mülkiyeti gibiydi” dedi, Üstad Mustafa KUTLU.

 

Eskiden mahallelerimizin, sokaklarımızın, evlerimizin kendine ait kimliği vardı. Şimdi ise öyle mi?

 

“Uzana-dolana giden eski yolun iki kenarındaki evler tek-düze ve düz suratlı değillerdi. Her biri bir kişiliğe sahip, çıkmalı, cumbalı, kuleli, balkonlu, oymalı, değişken, romantik, duygulu, kaprisli, yüzlerce değişik bakışa sahip, hepsi birbirinden farklı çözümlere kavuşturulmuş, ışığa, sokağa, güneşe, meydana, bahçeye, yolun gidişine ayrı bir açıdan bakan tatlı yapımlardı bunlar” dedi, Çelik GÜLERSOY.

 

Apartman ormanına dönen şehirlerimiz, mahallelerimiz farklı karakterdeki bu evler sayesinde eskiden rengârenkti. Farklı evlerde yaşayan insanlar ise bu renklilikten nasibini alıyorlardı. Şimdi ise öyle mi? Tek tip hale gelen apartmanlar yüzünden insanlar da tek tip, mahalleler de, sokaklar da, ağaçlar da… Apartmanlar yüzünden tek hedefi güneşi görmek olan ağaçlar bile dimdik büyüyor. Aynı tek hedefi dünyevi makam olan insanlar gibi… Fark ettiniz mi? Şimdiki ağaçların salıncak kurulacak yanlara doğru uzayan dalları olmuyor; apartmanlar yüzünden.

 

Eski mahallelerimizde kış bir başka geçerdi. O dönemlerde araçlar azdı ve sokaklar çocuklara aitti. Evlerin bacaları tüterdi ve o bacalar komşuların birbirini incitmeden gözlemlemesini sağlardı; kışlık yakacağı olmayan aileleri tespit etmek için.

 

O zamanın çocukları soğuğu pek hissetmezlerdi; kapılıp gittikleri oyunun etkisiyle… Karda elleri donana, yanakları kızarana ve yavaş yavaş suyu içine alan ayakkabıları ile çorapları ıslanana kadar sokaklarda oynardı çocuklar. Oyun bitip evin yolunu tutunca çocuklar; ıslak çorapların etkisiyle donan ayak parmakları ile eve varır, karla oynamaktan donmuş parmakları ile zile zar zor basarlardı. Bu hali gören anneler çocuğu hemen içeri alıp sobanın yanına oturtup; bir yandan kızar bir yandan da üstünü değiştirirdi. Çocuğun üşütmemesi için bu işin hızlı olması gerektiğinden soğuk odadan getirilen kuru ve temiz çamaşırlar sobada ısıtılmadan giydirilirdi çocuklara. Soğuktan üşüyen bedenlere, bedenlerden daha sıcak olan soğuk çamaşırlar buz gibi gelirdi. Sonra annelerin aklına kapının önündeki ıslak ayakkabılar gelir ve onları hemen alıp sobanın yanına serdiği gazetenin üzerine koyardı; kuruması için. Akşama kadar sobalı odada ara ara hapşırarak akşamı ederdi çocuklar, çünkü bir daha dışarı çıkmalarına müsaade etmezdi anneler.

 

Eskiden sobalı olan evlerin her tarafı sıcaktı. İçinde dedelerin ve ninelerin de olduğu evler özellikle. Şimdiki evlerin özellikle kaloriferli evlerin her tarafı sıcak ama soğuk olan bir tarafı var. Ne sıcak ne soğuk…

 

Eskiden nineler ayakları üşümesin diye torunlarına yün çorap örerdi. Çorabı örerken ise ara sıra torununun ayağına tutar ölçü alırdı. Kişiye özel çorap… Çorabın burun kısmına geldiğinde ise son defa ölçü almak için torununun ayağına giydirirdi nineler. Yarı mamul haldeki o çorabı ayağına giydiğinde çocuğun parmak uçları açıkta kalırdı ve 3-4 tane mili ayağının ucunda görünce biraz ürperirdi torunlar. Ne ürperirsin! Nineler zarar verir mi torunlarına!

 

Haber bültenlerini seyrederken köşesinde uyuklayan dedeler ise ayrı bir efsaneydi. Sen çocuk olduğundan bir şey anlamadığın ana haberler yerine çocuk programlarını seyretmek için oturduğu yerde uyuyan dedenin avucundaki kumandayı tereyağından kıl çeker gibi alırsın ama kanalı değiştirdiğinde derin uykudaki dedenin hemen uyanıp yarı uykulu gözlerle; “aç orayı, haberleri dinliyorum” demesi ile tüm emeğin boşa giderdi. Uflaya puflaya haber kanalını açtığında ise tekrar uyuklamaya başlardı dedeler.

 

Sobanın akşama kadar ısıttığı odada akşam yemeğini yedikten sonra kestaneli, çerezli, lokumlu, bisküvili, meyveli sohbet sofrası kurulurdu. Bu muhabbetten sonra gazete kâğıdının üzerinde biriken kestane kabukları, çerez kabukları ve meyve kabukları sobaya atılarak geçmekte olan kovadaki ateşten son defa faydalanılırdı. Bu fayda hem ısınmayı hem de odanın mis gibi kokmasını sağlardı. Özellikle de portakal kabukları.

 

Sonra gece olur ve uyku vakti gelip yer yatakları serilirdi sobalı odaya. Ateşi geçmiş olan kova, dış kapının önündeki altlık olarak kullanılan boş yumurta kolisinin üstünde duran dolu kova ile değiştirilirdi. Tabi o ara oda serinlerdi. Çocuklar da üşümemek için yorganın altında büzüşür ve nefesleriyle ısınmaya çalışırdı. Sonra soba yakılır ve lambalar söndürülürdü. Çıranın mis gibi çam kokusu, yanan odunun çatırtı sesleri ve sobanın üst deliğinden tavana vuran ateşin ışığı eşliğinde uyuyakalırdı çocuklar. Kısa bir süre sonra ise üşüdüğü için altına sığındığı yün yorgan ağır gelir ve üzerinden atardı çocuklar. Aşırı sıcaktan dolayı da terler ve susarlardı.

 

Sabah olunca ise sobada gevretilen ekmeklerden, közlenen patateslerden daha güzel bir şey varsa o da sabaha kadar sobanın yanında tüm nemini bırakmış ve aşırı derecede ısındığı için biraz daralmış olan sıcacık ayakkabıları dışarı çıkarken giymekti.

 

Eskiden bu kadar apartman yoktu! İbrahim TENEKECİ’nin tabiriyle: “Sağlı sollu park etmiş evler” bu kadar yoğun değildi. Hayat daha zordu ama daha keyifliydi. İnsanların evleri birbirlerine mesafeliydi ama kalpleri yakındı. Eskiden mutfaklar dışarıdayken aş pişmeyen evler hemen bilinirdi. Şimdi evinde aş pişmeyen yuvaları bile tespit edemiyorsun. Kahrolsun davlumbazlar, kahrolsun aspiratörler…

Binaların tek tipleşmesiyle, yeşilin yok olmasıyla, sanayinin etkisiyle kirlenen havayla, yoğunluğun vermiş olduğu stresle; hepimiz aynı hayatı yaşıyoruz, aynı kaderi paylaşıyoruz…

Hastalıklarımız bile aynı artık.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Şadan Sezgin Arşivi