Ayşe Aslı Duruk

Ayşe Aslı Duruk

Küçük misafir

Küçük misafir

Uzun süredir çırpılmamış olan kül, sigaranın henüz yanmamış şeklini yalnızca biraz daha eğik olacak bir halde belli edecek biçimde sigaranın ucunda duruyor. Upuzun. Yakıp unutmuşum onu orada bayağıdır. Bir zamanların sapasağlam ve dimdik sigarası şimdi eğik, zavallı, yalnız ve içilmemiş bir izmarite dönüşmüş böylece. Tiryakilere göre ziyan olan sigara olsa da, Yeşilaycılara göre ziyan olmaktan asıl benim kurtulduğum bir durumdur bu. Ben ise, bu iki bakış açısının arasında, belki tam ortasında, yani aslında tarafsız olduğum için herhangi bir değerlendirmede bulunamıyorum bu durum hakkında. Her ne kadar izmaritin zavallı ve yalnız haline üzülsem de onun bu içilmeden bitmişliği, yalnızca, baharı yaşamadan kış mevsimini görenlerin hüznünü ve çaresizliğini hatırlatmıştı bana, o kadar. Neyse. Peki böyle bir tablonun içindeki çay ya da kahve de soğumuş mudur o zaman? Elbette resimler ısıyı aktaramazlar fakat gelin ben size gerçeği söyleyeyim: evet, böyle bir tablonun içindeki çay ya da kahve de soğumuştur. 
Öyle işte. Dalıp gitmişliği, zamanı ‘öylesine’ geçirişi, boş boş oturmayı, boş vermişliği falan anlatmak için yeterli oldu mu bunlar? Sanırım olmadı. Olsun. Kısa yoldan söyleyivereyim o halde: her ne kadar bir başak burcu insanı olsam da, plansız programsız, ne kadar ilginçtir ki öyle dertsiz tasasız geçirdiğim kısa ve mayhoş zaman dilimleri bulunabiliyor bazı günlerin içerisinde. Her gün öyle değil. Eh, o dilimlerin tadına her gün bakıyor olsaydım en azından ortalama bir kiloda olurdum şimdi tabi. Böyle değil.
Ağustos ayı için “yarısı yaz, yarısı kış” diye eski bir söz vardır ya, sanırım bu yaz mevsimi ayının içindeki ‘kış’ vaktine isabet eden günlerden birisiydi bu da. Hele ki güneşin çoktan indiği akşam vaktiydi ve sırtıma ince bir şal almıştım oturduğum balkonda.
Akşam eve hiç kimsenin gelmesini beklemeyen ve yalnız yaşayan birisi gibi, sorumluluktan ve hayat gailesinden tamamen uzak bir halde oturuyorken, kapım çalındı birden. Hiç tanımadığım ve bilmediğim bir şekildeki bu çalınıştan dolayı, kapının diğer tarafında kimin bulunduğu hakkında en ufak bir tahmin bile yürütemedim önce. Açtım. Üst komşunun kızı Arzu’ydu bu. 9 10 yaşlarındaki bu tatlı misafiri hemen eve aldım tabi. O bilindik mağduriyeti yaşıyordu o an işte: okuldan dönmüş ve o da ne? Ne evde annesi, ne de yanında anahtarı…
Tabi hemen annesini arayıp durumu bildirdim. Yarım saat sonra eve döneceğini ve şimdilik “zahmet olmazsa” kızının benim yanımda kalmasını istediğini söyledi. Ne zahmeti? O yaşlardaki çocuklar, tüm insanların içinde en sevdiklerimdir. Hele ki Arzu! Bu arada ona Arzu diye hitap eden yalnızca bendim herhalde. Herkes ona ‘Hilal Arzu’ derdi. Çocuklara 2 isim koymak elbette yeni bir şey değildi. Göbek adı, eskiden beri vardı. Fakat 2 ismi aynı anda, bir arada kullanmak kesinlikle son yıllarda oldukça revaçtaydı. Sanki bu onların varlıklarını ikiye katlayıp pekiştirecekmiş gibi. Bunun daha sağlam, daha zengin olduğunu düşünüyor olmalılar. Oysa iki isim duyunca mutlaka kulağıma gelen ikinci ismi, yani soyadına yakın duranını kullanmayı tercih ederim. Doğrusu da bu değil midir hem zaten? Önce göbek adı, sonra asıl isim gelir. Neyse… 
Arzu’nun şansına, kurabiye yapmıştım o gün. Yanına limonata yerine kahveyi tercih ettiğini söyledi, bir yandan evimin kablosuz internet şifresini sorarken. Süt tozu da “varsa lütfen” di. Vardı.
Gayet aktif bir şekilde kullandığı sosyal medya hesaplarından, arkadaşlarının fotoğraflarını göstermeye başladı, kahvesini yudumlarken. Fakat benim gözüm arkadaş fotoğraflarına değil de, orta yaşını çoktan geçmiş bir kadınla birlikte verdiği sevgi ve samimiyet dolu pozlara takıldı. Babaannesiymiş. Birbirlerini çok sevdikleri her hallerinden belliydi.  Arzu’nun annesi iyi bir insandı demek ki. Kayınvalidesi hakkında olumsuz yorum yapmayan, bunu en azından çocuğunun yanında yapmayan bir anne, iyidir çünkü. En azından bu konuda ‘iyi bir insan’dır. Çünkü torunların babaannelerini sevmeleri, çocukların annelerine bağlıdır çoğunlukla. O ilişkinin asıl ve gizli mimarlarına…
Az sonra Arzu’nun annesi çaldı kapıyı. Antrede, unutulan anahtar hakkında küçük bir münakaşa yaşansa da durumun esas sorumlusu -sorumsuzu- ve suçlusu, tabi ki annesiydi. ‘Hilal Arzu’ masumdu. O saatte gezmelerde ne işi vardı annesinin sonuçta? Sonra onları uğurladım. Birazdan babaları yemeğe gelecekmiş de.
Arzu ile yarım saat, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmişti işte. Ardından balkon sefama kaldığım yerden devam ettim. İnce şalı bu kez ikiye katlayarak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Ayşe Aslı Duruk Arşivi