İsimsiz Günler
Eylül sonları ile ilgili bir yazı yazmıştım, biliyorsunuz. Tam da şu an içinde bulunduğumuz zaman aralığıyla ilgili. Aynı konuyu tekrar kaleme alsam kendimi tekrar etmiş olmaz mıyım diye düşündüm. Fakat dil her yöne döner ve insan muhakkak bir kulp ya da kılıf bulur ya, işte ben de, içimdeki aynı konuya yeniden değinme isteğimi haklı çıkarmak için şöyle dedim kendi kendime: tarihler ve mevsimler sürekli bir tekerrür içindeyken, şu fakir, şu aciz kul da kendini tekrar etmiş, çok mu? Değil...
Çok görmeyin o halde. Zira yaz ve sonbaharı birbirine bağlayan köprünün kısa ama çürük ve dayanıksız yerlerinden geçmekteyiz yine; iki mevsimi birbirine bağlayan isimsiz, namsız ve itibarsız günlerin içinden. Adımlarımızın altından, gıcırdayan tahta sesleri duyuluyor ama gizemli ve ilahi bir buyruk gereği, buraları adımlamak mecburiyetindeyiz şimdi.
Yaz gibi bir ana mevsim enikonu sona ermiş ve buçukluktan sayılacak bir mevsime; sonbahara doğru yol almaktayız. "Sonbahar sanattır, diğerleri mevsim" diyen Cemal Süreya konuya gayet estetik ve incelikli bir şekilde yaklaşmış olsa da ona katılmıyorum, ne yapayım, sonbahar başlı başına, dört başı mamur bir mevsim değil, ancak bir yarımlıktan ve buçukluktan sayılacak 'ara' bir zamandır benim için. Fakat en azından bir ismi ve cismi var, öyle değil mi? E, 12 ayın 3'ünün kullanım hakkını almış. Hal böyleyken, teoride o 3 ayın içinde sayılan ama pratikte hiç de öyle olmayan, bir ismi almayı bile hak etmeyen kimliksiz bir vakittir işte şu 1 2 haftalık süreç. Eylül sonları ve ekim başlarına tekabül eden günler, yani.
Gençliğe öykünüp, 'hala' genç görünmeye çalışan ama aslında gülünç duruma düşen yaşlı bir adamın yaptığı gibi, kendimizi 'hala' yaz mevsiminin içinde kabul edişlerimiz, akşamına üşüyeceğimizi bal gibi bildiğimiz halde gündüzden kısa kollu tişörtlerle dışarıya çıkmamız yani, "Yok yok, artık sonbahar geldi" diye kendimizi 'artık'ların kabullenişlerine bırakmalarımız ya da, bazen "Hala denize girilebilir mi?" diye birbirimize soruşlarımız, saçlarımızdaki beyazları kapatırken "Ama bu da fazla erken oldu" diye sitem ve isyan edişlerimiz, 11 yaşındaki gürbüz bir kız çocuğunun yeni yeni belirmeye başlayan göğüslerinin, 'yoksa kilosundan dolayı mı öyle göründüğünü' sorgulayışlarımız... Pek bir karışığız... Karışık olduğumuz kadar da alışık olmalıyız gerçi. Bunun böyle olacağı daha haziran ayından belli değil miydi azizim, bilmiyor muyduk sanki? Biliyorduk. Fakat yine de ne bileyim, her seferinde ama her seferinde gafil avlanmak, insan evladının yazgısı sanki.
Son olarak...Bir köprüden söz etmiştim ya hani yazının en başında... Şimdi onun en çürük tahtalarının üzerine bastığımızdan... Köprünün yıkılmayacağını bildiğim halde, günlerin kimliksizliği ve isimsizliği dokunuyor yalnızca biraz. Ne bileyim, öksüz gibi, yetim gibi oluyor çünkü böyleyken. Ne diyelim, sonbahar, kış gibi bir ana mevsime gebeyken, bu sonbahar öncesi isimsiz ve kısa döneme de, 'kızımız/oğlumuz olursa adını ne koyalım?' günlerinin erkenci telaşı ve heyecanı mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.