Dönence
"Tevekkül Allah'adır, zillete katlanılmaz!"
Bazı sözler, kulağıma küpedir. Bu da onlardan birisi işte. Günü gelince filizlenecek olan bir tohummuş gibi, gizli bahçemde tutup saklardım bu sözü hep.
Ve bilir misiniz, tohumların kendi iradeleri vardır. En azından, size değil ama başka, ilahi bir iradeye tabidirler, diyelim. Bilemezsiniz. Kader'in tarlasında durup bekleyen bir tohumun kazasının; varlık sahasında filizlenip boy vereceği vaktin tarihi, sizin biliş hünerinizin dahline verilmemiştir.
Fakat karşımdaki adam, her defasında, kulağımda duran bu görünmez ve sessizce duran küpelerin hareketlenip şıngırdamasına ve bu şekilde kendini bana hatırlatmasına sebep oluyordu, bilmeden. Gizli bahçemdeki toprağın içinde gömülü duran tohum, filizlenip baş gösterecek; arz-ı endam edecek oluyordu yer yüzünde. Hep ondan sebep. O adamdan...
Neydi tohum? Neydi küpe? "Tevekkül Allah'adır, zillete katlanılmaz!"
O adam... Eziyet ve zillet sözcüklerinin aynı kökten türediğine dair bir bilgiye, internetteki arama motorları aracılığıyla ulaşamamış olsam da bu sözcüklerin birbiriyle yaptığı kısa mesafeli paslaşmayı herkes sezebilir. Evet, o adamdan kaynaklanan eziyet, zillet, ya da bunlara benzeyen başka bir kelime işte, cümle cümle, elinde bir satırla üzerime doğru geliyordu sanki. Sanki... Benim nereye kadar dayanabileceğimi ve üzerimdeki kendi gücünü test ediyordu. Üzerimdeki hegemonyasını test ediyordu.
Ona karşı sesimi kolayca yükseltemeyecek bir konumdaydım, evet. Katlanma eyleminde bulunmak, sesimi çıkartmamdan çok daha akla yatan, makul ve alışılmış bir fikirdi. Biliyordu. Hatta onun içindeki canavarı besleyip büyüten de, tam olarak buydu belki de...
Fakat uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyordu. Barış Manço çalıyordu. O türküler, içinde baş kaldırı, hak ve adalet söylemleri geçen ezgiler mırıldıyordu kulağımın içine doğru, soldan soldan. Şıngırdayan küpelerden yayılan sesler ise, türkülerle çok uyumlu bir ritim tutturmuştu. Uzaklarda bir yerlerde... Gizli bahçemde... Tohumlar filizlenmiş ve filizler de boy vermeye başlamıştı çoktan.
Çünkü adamın eziyeti, yaşattığı zillet ve zelillikler dur durak tanımıyor, aksine, git gide vites arttırıyordu. Ona karşı ses yükseltebilecek pozisyonda bulunmayışım, yani bu eli kolu bağli hal ise git gide çileden çıkartıyor; sabır bardağımı dolduruyordu benim.
Fakat bilirsiniz... Fizik yasaları işte... Bir kap, ağzına kadar dolduktan sonra muhakkak taşar. İlla ki taşar. Bu kanunu ben koymadım. Sistem böyle. Ne yapalım...
Ve herkesin kendince bir silahı vardır. Kendine göre. Gizli, saklı, duvarda yıllarca asılı durup gününü bekleyen bir tüfek gibi.
Bir gün bardak taşıp, uzaklarda söylenen o türküler artık yanı başımda duyulur olunca; gizli bahçemde çoktan çatlamış, filizlenmiş ve boy vermiş olan tohumdan koca bir ağaç olup çıkınca ve kulağıma küpe ettiğim söz, harf harf dile gelip karşıma dikilince, bambaşka bir bilincin kontrolü ve iradesi altına girdim ben. Öyle oldu bir gün. Aklım başımda, kafam bilmem neredeydi ki hem o anları hala hatırlıyor, hem de şaşırıyorum kendime. 40 yıllık dostluğu, son bir kaç senedir bozmuş olan adama doğru çeviriyordum duvardan aldığım tüfeğin namlusunu. Kurşundan ağır sözleri, onun tam kalbine doğru isabet ettiriyor, koca krallığını yıkıyor, yerle bir ediyor, firavunlaşmış olan nefsini Musa'nın asasıyla bölüp parçalıyordum.
"...Zillete katlanılmaz". Çünkü tek bir ilah var, tek bir boyun eğilecek olan... Uzaklarda bir yerlerde... O koca ağacın dallarından aşağıya doğru sarkmış olan zehirli meyvelerin yalnızca bana has olan şifasıyla iyileşmeye başlıyorum ben de, tüm bunların ardından.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.