Bir kalp aranıyor
“Kendisini hiç sevmeyenler için bile bağışlayıcıydı. Şam’da bir adam, her namazdan sonra iflah olmaz bir düşmanlıkla İbn Arabî’ye on kez lanet okurdu. Bir gün vefat etti, Büyük Şeyh tereddütsüz cenazesine katıldı.
“Merasim sona erdiğinde, ölenin yakınlarından birinin evine gitti. Zikrin manevî sofrası açıldı, gönüller rızıkla doldu taştı.
“Daha sonra kıbleye karşı oturdu. Âdet gereğince yemek hazırlanmıştı. Ama hiç yemekle ilgilenmedi; istifini bozmadan oturuşunu sürdürdü. Yemekler soğumuştu.
“Ev sahibi, yemek veya herhangi bir davranışlarından hoşlanmadığını yahut rahatsızlandığını düşünerek tedirginleşti. Fakat haliyle edeb gereği de müdahale edemezdi.
Hazret, vakit namazlarını eda edip, hemen yerine dönüyordu. Bu hal akşama kadar sürdü, odada sanki nöbet tutuyordu. Ancak Akşam namazından sonra, belirgin bir neşeyle artık yemek yiyebileceğini belirtti.
Endişeli ve üzgün gözüken hane sahibi özürler diliyor, herhangi bir kusurları varsa affını talep ediyordu.
İbn Arabî, müşfik bakışlarını, adamda gezdirdi.
“Merak edecek bir şey yok. Sadece Allah, beni lanetleyen ve kendisi için yetmiş bin kez kelime-i tevhid okuduğum kimseyi bağışlayıncaya kadar hiçbir şey yiyip içmeye ahdetmiştim.”
Böylesine cevherli bir kuldu.” (Hüzeyme Yeşim Koçak, Nefha(Şeyh Sadreddin Konevî Esintileri), Akçağ Yayınları, 2016)
“Günün birinde İbrahim bin Ethem Hazretleri bir kasabanın eteklerinde yürürken bir asker kendisine gelerek, ‘Buradaki nüfusun merkezi neresidir?’ diye sordu. İbrahim bin Ethem Hazretleri Mezarlığı işaret etti. Asker, hazretin kendisiyle alay ettiğini düşündü. Öfkelenerek İbrahim bin Edhem Hazretlerine öyle kuvvetli bir yumruk attı ki hazret bilinçsiz bir şekilde yere yığıldı.
Birisi askere feryat ederek, “Ne yaptın sen! Yumruk attığın, büyük Allah dostu İbrahim bin Ethem Hazretleriydi! Ne korkunç bir iş yaptın!’ dedi. Asker koşarak biraz su getirdi ve hazretin yüzünü yıkadı. Özür dileyerek bu büyük velinin kendisini affetmesi için yalvardı.
İbrahim bin Ethem Hazretleri şöyle dedi, ‘Elbette seni affediyorum. Sen yumruk attığın sırada bilincimi kaybetmeden bir evvelki anda Rabbimden senin cennete gitmeni niyaz ettim.’
“Bir mürşit evine doğru yürüyordu ki bir adam kendisine gelerek tartışmaya başladı. Adam sesini giderek yükselterek edepsizleşmeye başladı. Mürşit durarak şöyle dedi, ‘Burada duralım da her ne söylemek istiyorsan burada söyle de bitir. Yürümeye devam etmek istemiyorum, zira evime yaklaşıyoruz. Mahallemdeki bazı kişiler bana söylediklerinden incinerek sana zarar verebilirler.’ (Prof. Dr. Roger Frager(Ragıp Baba) Sufi Terapistin Sohbet Günlüğü, Çeviri: Ömer Çolakoğlu, Sufi Kitap, 2020, sf. 140-141)
***
Ben buna benzer hikâyeler ve menkıbelerle büyüdüm. Tasavvuf edebiyatını, bilgeleri hep sevdim.
Bambaşka bir dünyanın, bir güzellik diyarının kapılarını aralıyorlardı. Kâmil insanın varlığına inandırıyorlardı. Onlar; bizler uygulayamasak, kimi davranışlarını anlamasak bile örnek şahsiyetlerdi. Fazilet erbabıydı.
Pir’ler vardı eskiden, semavî kurallara riayet eden; ayıplarınızı örten, umut sevgi neşreden, nurlu ziyalı yüzler; sedası yüzyılları, zamanı mekânı aşan, kalpleri okşayan davetçiler.
“Baba, Hoca, Ata” diye anılırlardı. İsimlerini duyduğunuzda, eserini okuduğunuzda, sanki tüm hücrelerinize hürmet muhabbet duygusu yayılırdı. Sıradan insanlara, bize iyi ki de benzemezlerdi.
Yakın zamanlarda da bazı gönül ehlini tanıdım. Yanlarına vardığınızda bir huzur, sükûnet, ferahlık duygusu kaplardı. Gizli kalmış, başka bir yüzünüzle karşılaşırdınız. Hem o saklı Ben’e, hem karşınızdaki müstesna şahsiyete özlem ve hayranlık duyardınız. Onca sevgi bir anda yüreğinize nasıl doldu diye şaşar kalırdınız.
Hafiflerdiniz, hiç değilse bir müddet... Tanrı’ya inancınız sağlamlaşırdı. Bazen ziyaretinizin tesiri günlerce sürerdi.
Nereye gitti onlar.
Bugünlere bakıyorum. Bu siyaseti; maneviyatın, her şeyin üstünde tutan, âdeta kutsallaştırıp, Cehenneme atmadık adam bırakmayıp habire odun taşıyan; tefrikayı, düşmanlık ateşini harlayan, manevi engizisyonları kuran kim bu adamlar?
İnsanları dinden uzaklaştıran, kimilerinin kafalarını cinsellikle bozduğu kim bu insanlar? Nereden geldiler, kim yetiştirdi?
Biraz da içlerine baksalar. Hep dışarısı, “dış güçler, dâhilî-haricî hainler, bedhahlar”.
Biraz da bünyelerindeki mikropları, müptezelleri, bozguncuları görseler.
Mütemadiyen –artık kimin adınaysa- sürekli konuşuyor, hiç susmuyorlar.
Düşünün, dinî bile olsa, söz gelişi ufak bir politik görüş ayrılığında karşı cemaatleri suçluyor, sanki aforoz ediyorlar.
Bu noktaya nasıl geldiler, neyin temsilcisi bunlar? Kimden söz aldılar?
İnanç, iman sadece kendilerinde. Cenabı Hakkın peygamberleri bile, bu konuda titiz, müteyakkız davranırken, bunlarda nasıl bir özgüven patlaması, nasıl bir garanti hissi.
Nasıl da emin kendilerinden; cennetteki köşkleri hurilerinden, yolculukları ve neticesinden.
Sözlerinden, mesajlarından, yaydıkları havadan ürperiyor, kiminde dehşete düşüyorsunuz. Kin, öfke, nefret kumkuması.
Siyasi ümeranın buyruklarını, dünyeviliği, bu âlemin kulluğunu nasıl da benimsemiş, itibar etmiş ve sevmişler.
Kalpler parlatılır, temizlenirdi eskiden. Nefs mücadelesi, “Büyük Cihat” diye tanımlanırdı. Bir ömür sürerdi.
Önce derundaki evinizi, kapınızın önünü süpürürdünüz. Şimdi herkes ermiş.
Yardım çığlıklarını duyabilir mi; böylesi kibirli kalpler şefkatle, iman gücüyle çağrı yapabilir, ruhları uyandırıp aydınlatabilir mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.