Bir gün
Onunla ne yapacağımı bilmediğim bir kedi var. Evimin içine mi alsam, bahçede mi bıraksam onu? O ne istiyor?
Kendi bakış açımdan, evin içinde olması onun için daha iyi olacakmış gibi görünüyor. Yediği önünde, yemediği arkasında olsa; şu soğuk havalarda sıcak bir ortamda bulunsa onun için fena mı olur? Yoksa, onu evin içine mi hapsetmiş olurum bu durumda? Belki dışarıda yaşamak istiyordur? Dili yok ki anlatsın! Ah bir bilsem… Evin içine onun için kurduğum düzeni, “yok bu iş böyle olmayacak, ona hapis hayatı yaşatmaya hakkım yok” diyerek bir gün bozuyorum, ertesi gün aynı düzeni, kedicik zemin katta yaşadığım evimin balkon kapısına gelip orada bekleyince tekrar kuruyorum. Sonra yine dışarıya çıkartıyorum onu. Falan… Filan! Bir öyle bir böyle. Belirsizlik diz boyu, azizim!
**
Ardından kendim de dışarıya çıkıyorum. E kum derdi yok tabi biz insanlar için. Mobilitemiz daha fazla. Arkadaşlarımla buluşuyorum. Onlarla birlikteyken, yanımıza, görmeyi hiç istemediğim birisi gelip katılıyor sonradan. Tesadüfi bir karşılaşma bu tabi. Fakat benim açımdan, kötü şans. Dedim ya, ikimiz de varlığımızdan hoşnut olmayız birbirimizin. Kalp kalbe karşıdır. Oradan biliyorum. Ne var ki, bu durumlarda her ne kadar açık bir kabalık etmeyecek olsam da, duygularımı tamamen gizleyecek kadar kendimi eğitmemiş, politik bir davranış benimseyememişimdir. Oysa o öyle değil. Varlığımdan sebep yaşadığı hoşnutsuzluğu hiç açık etmiyor hatta yaklaşımlarında sahte bir sempati ve sevgiyi bile bulundurabiliyor. “Hayatta hep öyleleri kazanırlar” diyen bir öğretmenim aklıma geliyor o sırada. Demek ki ben kaybedenlerdenim. Olsun. Zaten az sonra, kalkmak için bir sebep bulup oradan ayrılıyorum. Sevdiğim o diğer arkadaşlarımla başka bir gün de buluşabiliriz sonuçta. O gün öyle olmuş olsun.
**
Bari eve dönmeden önce, artık bir hayli yaşlanmış olan komşu teyzeye uğrayayım, diyorum içimden. Bundan 10 yıl önce, şimdikinden 30 sene daha genç olduğunu düşünüyorum onun hep bu ara. İhtiyarlama, belli dönemlerde daha hızlı oluyor her halde. İvme kazanıyor. Mesela 30 ila 40 yaş arasında zaman daha yavaş; 75 ila 85 arasında daha hızlı akıyor olmalı. Nitekim o da 85 yaşlarında şu ara. Doğum günü net olarak belli olmayan her ‘eski insan’da olduğu gibi, nüfus cüzdanında 1 Ocak gününde doğduğu yazılı onun da. Dolayısıyla yıl da müphem ve şaibeli. Yani bu kadın şu anda 85 de olabilir, 89 da (her halde yanılma payı 5 yılı bulmaz). Bir de yuvarlak burunlu olanların neşeli insanlar oldukları söylenir ya, o da öyle. Yuvarlak ve pembe bir burunu var. Gülmeyi seviyor. Anlattıklarıma gülerken, derinlerden gelen sessiz bir öksürüğün içinde boğuluyor hep. Gülme ve hemen ardından duyulan boğuk ve balgamlı öksürme sesleri… Rahmetli anneannemi hatırlıyorum. Hatta bakın o da yuvarlak burunluydu.
**
Akşam oluyor. Artık uyunsa bile insanın delirmeyeceği saatler başlıyor yani. Öyle söylenir. Güneş batmadan önce uyumak insanı delirtirmiş ya, artık tekin sulardayız demek ki. Eve dönüyorum. Hemen o sırada olmasa da, 2 3 saat içinde yatıp uyuma hayalleri ve planları kurarken -sabahları saat 7’den önce uyanınca böyle oluyor- açık duran bahçe kapısından içeriye kimin girmiş olduğunu görüyorum, tahmin edin? “Bu gece hava çok soğuk olacak kedicik… Hapis mapis dinlemem şimdi, bu gece burada uyuyacaksın” diyorum ona. Anlıyor. Ona has olan elzem ve küçük düzeni tekrar kuruyorum evin içine. Bir yandan da, o gün fazla zaman geçiremediğim arkadaşlarla mesajlaşıyorum. Yarın bana gelsinler. İstenmeyen karşılaşmaların olmayacağı güvenli limanıma.
İşte öyle, büyük bir zararı da yararı da olmayan sıradan bir kış günü de böylece sona eriyor. Saat akşam 9’a yaklaşınca kendime renkli rüyalar dileyip yatıyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.