Ateş Dansı
Sorsalar soğuktan donduğumu söylerdim ama donduğum falan da yoktu gerçekte. Yaşıyordum. Fakat üşüyordum işte. Çok. O kadar üşüyen herkes, 'soğuktan donmak' tanımını pekala kullanır ve bu onu yalancı da yapmaz. Mübalağa sanatı denir buna hatta, lisedeki edebiyat derslerinde. Yani çoktan kabul görmüş ve hatta haklı da bulunmuş bir durumdur, bu mübalağalı (abartılı) ifadeler.
Öyle işte. Soğuktan donuyordum. Yükseğe çıktıkça hava sıcaklığı düşer ya hani. Dağ başında, ışıksız, güneşsiz, karanlığa dönük loş bir ortamda, sırtımdaki efil efil ve incecik gecelikle, ısınmanın bir yolunu arıyordum yana yakıla. Ya da, 'dona titreye' demeliydim belki. Neyse. Sonuçta anladınız durumu.
İçimdeki, hayatta kalmamı emreden buyruk, ki bunun bir diğer ismi de 'yaşama içgüdüsü'dür, bir an evvel bedenimi ısıtmam gerektiğini söyleyip duruyordu bana.
Karnımı bir şekilde doyurup, yağmur sularından içebiliyordum buralarda. Gerçi sıvı ihtiyacı için detay verip, yemek ihtiyacı için 'bir şekilde' deyip bunu geçiştirmek, pek adilane olmadı. Haklısınız. Onu da açıklayayım... Dağ başında olduğumu söylemiştim ya, oralara; o yükseklere çıkmak, tamamen kendi seçimim ve kararım olmasa da, önceden haberim vardı aslında oralara gideceğimden. Yanıma biraz azık almıştım dolayısıyla. Fazla yemek yemeyen benim gibi birisi için, uzun süre yetecek kadar azık... Hem zaten yiyecekler soğuk havada -buralarda- kolay kolay da bozulmuyor pek.
Oralara gideceğimden nasıl mı haberim olmuştu? E nasıl olmasın? Perşembenin gelişi çarsambadan belli olmaz olur mu hiç? Sel alan çarsambalarımın suyu, beni inanılmaz bir kuvvetle yukarıya doğru fırlatıp, bir dağın başına kadar yükseltip bıraktı, bir gün. O perşembem ve diğer günlerim, bambaşka bir ortamın ve şartlarin içinde devam etti böylece, sonrasında...
Neyse. Ben size, ısınma ihtiyacımdan söz edecektim daha ziyade, bu yazımda. Oraya geleyim.
O kadar bakir ve bozulmamış olan bir ortamda, ısınmak için bir soba ya da kalorifer değil, ısı kaynağının en yalın halini ararsınız pek tabii. Dolayısıyla gözlerim, az ileride yanan bir ateşi görmeye nasıl hasretti...
O ateşi bulmak için en az onun kadar yanıp tutuşuyordum hatta. O ateş beni ısıtacak; hayatta kalmamı buyuran o emirle barıştıracak ve damarlarımın içinden artık zar zor akan kanı alevlendirecekti.
Sonra, kırık taş parçalarının arasından bana göz kırpan bir kıvılcım gördüm. Aman yarabbi! O kıvılcım sönmeden onu harlayıp çoğaltmalıydım hemen. Ama nasıl!? Etrafta onu tutuşturacak ne bir dal parçası, ne bir yaprak birikintisi... Hak getire! Dağ başındaki çorak bir alanın içinde denk geldiğim o mucizevi kıvılcıma bir hayat öpücüğü, can suyu, bir sebep işte; bir bahane lazımdı ama çaresizce onun kendi kendine sönüp yok oluşunu izlemekten başka bir şey gelmiyordu o sırada elimden. Çıldıracaktım.
Nasıl olduysa, evet o dağ başında, bir kağıt parçası buldum sonra. Büyükçe. Hemen kıvılcıma sundum onu. Kabul etti. Büyüdü. Tırtılı kelebeğe dönüştüren güç, o kıvılcımı da bir ateşe başkalaştırdı hemen. Isındım, ısındım ve ısındım. O sevinci ve şükür duygusunu tarif edebilecek bir kelime bilmiyorum. Bir süre böyle devam etti...
*
O günlerde yapmayı öğrendiğim benzersiz ateş dansını soruyorlar şimdi bana. O ateşin sönüşüyle eş zamanlı olarak, sanki ateş ve su birbirleriyle hısımlarmış gibi kendi aralarında ve kendi lisanlarınca konuşup anlaşmışlardı da, beni yukarıya doğru taşıyan su, ayaklarımın dibine kadar gelip beni nazikçe aşağıya doğru bırakmıştı. O günden beri soruyorlar. Fakat o dansı, hiç bir izleyici bakıp da öğrenemiyor şimdi.
Sönen o yalancı ateşin görevi, bu eşsiz ve benzersiz dansı öğretmekmiş meğer bana sadece. Yoksa, bir kağıt parçasıyla hemen tutuşup alev alan bir ateşin pek de güçlü, dayanıklı, ya da, güvenilir olabileceğini kimse iddia edemez.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.