Ayşe Aslı Duruk

Ayşe Aslı Duruk

Aşk mı?

Aşk mı?

“Aşk nedir?” diye sordu birisi.

Öff… Öf ki ne öf! Bu kadar sıradanlaşmış ve sıkıcılaşmış bir soruyla bir beyin fırtınası estirmek istemiyordu elbette soruyu yönelten kişi de zaten. Sadece o sıcak ağustos akşamında çitlenen çekirdeğin yanında içebilecekleri bir içecekleri yoktu o sırada, inanabiliyor musunuz? İçlerinden birisi az önce markete yollanmış ve birazdan da gelirdi. Ve işte yalnızca, içeceğin masaya geleceği zamanı doldurmak için açılıp ortaya atılmış bir konuydu bu da. Öyle, laf olsun diye.

“Aşk, doğaya karşı beslenen sevgidir.” Diye cevapladı hemen biri. “Sırf farklı bir cevap olsun diye böyle dedi” diye düşündü içlerinden bir diğeri. Kalabalık sayılabilecek bir çardak altında cereyan etti tüm bunlar da. O sıcak, baygın ve durgun havada, cereyanın iyisi kötüsü olmazdı ne de olsa. Laf ola, beri gele… Ki geri kalanlar da diğeriyle tam olarak aynı şeyi düşünmüşlerdi. “Sırf farklı bir cevap olsun diye…” Çünkü sorunun gerçek cevabı, herkesçe malum ve muhkemdi zaten. Karşı cinsler arasında yaşanan yoğun ve baş döndürücü duygularla ilgili bir şeydi, sorunun cevabı. Yani öyle bir şeyler olmalıydı işte. Yok efendim, aşk nedir ne değildir diye felsefe yapmanın, konuyu böyle sırlı bir gizeme çevirmenin falan ne alemi vardı? Doğaya, eşeğe, tavşana, sanata ya da müziğe karşı duyulan sevgi gibilerinden ayrıksı cevaplar aramanın kendisi bile sıkıcılaşmış ve tam bir ‘geyik muhabbeti’ halini almıştı hem artık. Bizim köyde, kadın ve erkek arasındaki ‘şey’e denilirdi işte aşk diye. O kadar. Uzatılacak konu değildi bu.

Sonra az ilerideki yol kenarına park edilmiş başı dumanlı bir arabanın içerisinden, buğulu ama son ses açılmış bir müzik sesi duyuldu. Oldukça vurucu bir şekilde yazılmış aşk sözleriyle bezeli, bol acılı bir arabesk şarkıydı bu. Belli ki arabanın şoförü, sevdalı, uzak ve efkarlı bir diyarı mesken tutmuştu kendisine bir süredir. Sevilen kişiye karşı duyulan amansız bir hasret ve bir türlü doyurulamamış şiddetli arzulardı, şarkının konusu. Yani tüm bunların, sevenin kalbini delik deşik ve paramparça bir hale getirişi anlatılmıştı şarkıda. Dayanılmaz bir trajediydi yani, arabanın içindeki şey. “Aşk nedir?” sorusunun bizlerce malum olan cevabı da aslında oralarda bir yerlerdeydi işte o sırada. Hepsi bu. Doğa sevgisi vesaire gibi lakayıt cevaplar vermek, konunun ciddiyetine gölge düşüren laubali bir iş olurdu.

Dört gözle beklenen içecek de bir türlü masaya gelmemişti bu arada. Çekirdeğin tuzundan ağzı yanan bir insanın yapacağı gibi, üşene üşene de olsa yerimden kalkıp eve gitmek zorunda kaldım ben de az sonra. Buz gibi suyu dikecektim ağzıma. Fakat tesadüfe bakınız ki az evvel markete giden arkadaş işte şimdi dönüş yolunda ve tam karşımdaydı, elindeki soğuk içeceklerle. Hemen bir pet şişe kaptım elinden. Çölde vaha bulmuş gibi, tek seferde en az yarım litre falan kola içtim. Eve gitme mecburiyetim de böylece ortadan kalkmış oldu tabi. Fakat az önceki çardak altına geri dönmekten nedense vazgeçmiş ve sahil yoluna doğru seyirtmiştim.

Sıcaktan ve tuzdan yanan ağzımın buz gibi kolayla serinlemesi, mutlu bir sarhoşluk hissi bırakmıştı bende bu arada. Sarhoşluk, evet. O kavuşma ve saadet anının üzerimde bıraktığı etkiyi anlatabilmek için en doğru kelime bu. Deniz kenarında bir parça esinti bulabilme ümidiyle gittiğim sahil yolunun kenarına oturup geceyi izledim ardından; mehtabı ve gökyüzünü. Sonra, az önce neden üşenip de ağzımı açmadığımı sordum kendime. Öyle üşengeç olurum işte bazı zamanlar, özellikle de havanın o günkü gibi çok sıcak ve durgun olduğu zamanlarda. Ne yapayım. Üzerimdeki rehaveti ve bıkkınlığı silkeleyip atmayı başarabilmiş olsaydım, o soruya cevap verirdim.

Şu cevabı verirdim: bizler, yani hepimiz ve şu az ötedeki arabanın içindeki kişi de dahil olmak üzere, aşkı bir karşı cinse yönelteduralım, belki de bir yanlış adres seçimi ve eşleştirme eyleminin içinde bulunuyoruz. Öyle yüce bir duygu, tutup da bir beşere karşı yöneltildiği zaman elbette devasa acılar ve trajediler doğar, yapılan bu büyük yerleşim hatasından dolayı. Bu övüle övüle göklere çıkartılan ya da hasretinden prangalar eskitilen sevdiceğin, sonuçta hatalı, ayıplı, kusurlu ve aciz bir beşer olduğu unutuluyor ve onca ulviyet, o zayıf omuzların üzerine yükleniveriyor. Tabi sonra o omuzların üzerine bina edilen her şey yıkılıp çökünce de öyle büyük bir hüsran ve hicran başlıyor. Oysa onca mana ve sevda, aciz bir yaratılmışa değil de -ki doğa da buna dahildir. Sonuçta o da bir ‘yaratılan’dır- sonsuz büyüklüğün ve gücün tek yaratıcısı ve sahibi olan yüce Allah’a karşı beslenseydi, elbette hem yeryüzü hem de gökyüzü şerefle taşıyacaktı bu aşkın bina ettiği kutlu yapıyı. Beşere karşı yöneltildiği zaman ortaya çıkan çökme ve yıkılma gibi bir durum ortaya çıkmayacaktı o zaman yani. Çünkü bir örnekteki muhatap kimken, diğer muhatabın kim olduğuna bakın…

Ah bunları üşenmeyip o masada ve bilhassa da arabadaki kişiye söyleyebilseydim! Öncelikle de arabadakine, aslında. Aşkın bir beşere karşı beslenip geliştirilemeyecek kadar yüce bir şey olduğunu, şu an içinde bulunduğu durumun da aslında haksızca ve zalimce yapılan bir ilahlaştırma eylemi olduğunu ona anlatabilseydim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ayşe Aslı Duruk Arşivi