14 sene önce
Yanı başımızda duran kapalı pencere camından içeriye doğru sızan akşam güneşinin eğik, cılız ve turuncu ışığı var onu hatırladığım karede. Hatrımda. Yüzündeki derin çizgilerin arasında ve ihtiyarlığa özgü deri katmanlarının içinde ezilen ve gölgelenen bir güneş kalıntısı… Bir fotoğraf karesi gibi öylece donup aklımda kaldı o gün karşımda oturup benimle konuşurken nedense. Şimdi onu hep orada hatırlıyorum hala, aradan geçen 14 yıla rağmen.
Her evin her odasının içinde uçuşup dans eden ve aslında normal zamanda gözle görülemeyecek kadar küçük, zayıf ve hafif tozların hava uçuşmasını izliyordum bir yandan da gözümün ucuyla. Belirsiz ve azımsanabilecek bir dikkatle. O artık gücünü kaybetmiş olsa da bu durumu ifşa edebilecek kadar doğrucu davranan güneş ışınlarının azizliği sayesinde beliren uçuşkan tozları. Fakat ilgimin ve dikkatimin çoğu onun üzerindeydi yine de.
Karşısındakini hiç dinlemeyen ve yalnızca kendi sözlerine ve söyleyeceklerine odaklanan bu adama karşı beyaz bayrağı çoktan göndere çekmiş; pes etmiştim. Hem kim bilir, susup sadece dinlemede ve izlemede kalmak belki de o anı öyle mıh gibi çakmıştı hafızama. Henüz yaşayan bir tarihin içinde olduğumun bilinci ve farkındalığı hediye edilmişti o sırada. Hani bir an’ı, ileride çok özleyeceğinizi bilerek yaşarsınız ya. Öyle dünya dışı ve gizemli bir bilinçle bilinçlenmiştim ben de yani. Söz gelimi o günden tam 14 sene sonra onu yine anacak olsam, artık ölmüş birisinden bahsediyor olacaktım. Tıpkı şu an olduğu gibi.
Dedim ya, dinlemezdi. İlk zamanlar bu huyundan dolayı iyiden iyiye rahatsız olurdum. Fakat 15 yaşındaki bir çocuğun bile değişmesi çok zorken, artık hiç de yaş olmayan bu ağaç, elbette eğilmezdi. Sonradan vardığım bu kabulleniş sayesinde artık hiç sinirlenmeden karşısında oturabilir olmuştum şimdi. Çocukluğundan ve gençliğinden söz ediyordu hep. Sona yaklaştığını sezen ya da sanan her insanın yaptığı gibi.
Elinde mütemadiyen tuttuğu fincanından çayını nadiren yudumlayıp uzun süre beklettiği için ‘buz gibi soğuk çay’ içtiğini söyleyerek sızlanıp sitem etti karısına sonra. Yenisini getirmesi için. Tevekkeli değil, günde belki 30 fincan çay içmesiyle bilinirdi zaten.
Geçmişinden bahsettiği müddetçe git gide dalan, uzaklaşan ve bulanıklaşan bir bakış gelip yerleşiyordu gözlerine. Hani eskiden gazete eklerinde ‘şaşı bak şaşır’ diye yayınlanan ve hakikaten de şaşırtıp hayrete düşüren garip resimler vardı ya… Sanki öyle bir şeye bakıyormuş gibiydi o da, anılarından söz ederken. Ne bileyim. Flulaşmış anıları capacanlı görebilmek için harcanan olağan üstü çabanın bakışlarına getirip bıraktığı yorgunluktan dolayıydı belki de bu.
Çok fazla bir hukukumun olmadığı, hatta aslında oldukça yüzeysel bir ilişkiye sahip olduğum bu adam, güneş tamamen batıp da odadaki havada uçuşan tozları gizleyinceye kadar, hep anlattı durdu. Yüzündeki ihtiyarlıkların içine saklanan tüm güneş kalıntıları karanlığa bürünmüş, akşam saat 6’ya geliyordu artık o uzun kış akşamında. Günlük 30 fincan olan çay kotasının 9 tanesini karşımda doldurmuştu, eğer doğru saydıysam. Ben de topu topu 2 3 tane cümle kurmuş ve bunun dışında hep susmuş ve onu dinlemiştim onu o gün.
Şahsına özel olan neredeyse hiçbir şey anlatmayan ve söyleyemeyen, bu dilsiz ve bütünlüksüz yazıyı yazmak istedim şimdi. Çünkü tam 14 sene oldu bugün. Günlük çay kotasını dolduramadan kalp krizi geçirdi karşımda o akşam, o koltukta. O turunculuk, havada uçuşan tozlar, dalıp giden bakışları, beni hiç dinlemeyişine karşı çoktan edindiğim kabulleniş ve pes edişim… En donuk ve hareketsiz haliyle bir fotoğraf karesine hapsoldu beynimde. Ve bugün onu anmasam, olmazdı. Hala o turuncu ışığın altında oturuyor hafızamda, şimdi artık tarif bile edemeyeceğim kadar eğilip bükülmüş olan dalgın bakışlarıyla.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.