Nahoş bir hatıra
Bir süredir iş arıyordum. Bundan tam 42 sene öncesinden bahsediyorum. Dal gibi incecik, fidan boylu, 17 yaşında, yakışıklı ve çiçeği burnunda bir delikanlıydım o zamanlar.
Rahmetli babamın kazancı, 6 kişilik ailemizi geçindirmeye yetmeyince evin en büyük çocuğu olarak yükün birazını da benim sırtlanmam gerektiğini düşünmüştüm. Hoş, birkaç ufak tefek işe girip çıkmışlığım da hiç yok değildi tabi, küçüklüğümden o yana. Fakat en azından ortaokulu bitirmem konusunda ısrarcı olan annem, dersleri ön sıraya koymamı istiyordu hep. Öyle de oluyordu. İş maceralarımın fazla uzun sürmeyişi bundandı.
Şimdilerde üniversite mezunu olmanın bile pek bir anlamı ve değeri kalmadı tabi ama lise mezunu olmak örneğin, başlı başına bir övünç ve gurur kaynağıydı benim zamanımda (gençlik yıllarına, ‘zaman’ denir) Büyük işti yani, liseyi bitirmek. Hasılı, ortaokul mezunu olmak da benim -gibiler- için fazlasıyla yeter düzeydeydi ve artık bu kez hayata gerçekten atılma vaktim gelmiş de geçiyordu bile. Diplomamı gecikmeli de olsa almıştım artık çünkü. İkmale kalırdık o yıllar. Bütünleme diyeyim, bugünün diliyle. Hayata bu kez ‘gerçekten’ atılmak derken de, tam zamanlı ve ipe sapa gelen bir işte çalışmaktan bahsediyorum yani. Ufaklığımdaki gibi ‘haftalık yevmiyeler karşılığında ayak işleri ıvır zıvırları yapan çocuk’ seviyesinden biraz daha yukarıya taşımalıydım çıtayı artık.
Sonra bilmem ya anamın dualarının makbul oluşundan, ya da, kendi eşref saatime denk gelişimden, tam hayalimdeki gibi bir işe alındım bir gün. Pastane tezgahtarı olarak çalışacak ve ilk sigortalı işime başlayacaktım böylece. “Pazartesi gel başla” denişi hala kulaklarımda çınlayan bir ezgidir bunca yıldır. Öyle sevinmiştim ki, haftanın bütün günleri pazartesi; dünyanın bütün şiirlerinin ismi ‘pazartesi gel başla’ olmuştu benim için o gün. Evde babamın yüzündeki koca memnuniyeti, annemin yüzüne vuran aydınlık ışığı anlatamam. Pastanede çalışma fikri, küçük kardeşlerimin de gözlerinin içini parlatmıştı tabi. Bal tutan abilerinin parmaklarını yalayabilirlerdi çünkü artık böylece.
O beklenen pazartesinin bir gün öncesi, yani Pazar günü, sıcak ve parlak bir haziran sabahına uyanmıştım. Birkaç arkadaşla birlikte parkta zaman geçirecek; ne bileyim çekirdek çitleyecek, sohbet edecek, yürüyüş falan yapacaktık. Ve o gün, hayatımda gördüğüm en güzel gözlerle karşılaşma şansına nail oldum. Hemen yanımızdaki, ama yine de bizden birkaç metre uzaktaki bankta oturmuş simit yiyordu bu gözlerin sahibi/emanetçisi. Ekoseli eteği, turuncu renkli uzun kollu bluzu, dalgalı siyah saçları, bembeyaz teni ve kapkara gözleriyle tek başına oturmuş, çevreyi izliyordu. Benden birkaç yaş büyüktü galiba. Sonuçta aynı yaş grubunda sayılırdık ve ilk gençliğin en serkeş ve uçarı halleri kimseyi boş geçmezdi. Bakışlarımız bir anlığına birbirine değince, onun gözlerinin içinde de alevli bir ateşin yanmaya başladığını fark etmiştim.
Sonra da, güya yanımdaki arkadaşlarımla ilgilenip konuşuyor ama aslında sadece onu izliyordum. Bundan 42 yıl öncesi tabi, sudan çıkmış balık gibiyim; bu işleri hiç bilmiyorum o zamanlar. Öyle açıkça gösterilen bir hayranlığın dışarıdan nasıl görüneceği konusunda hiçbir fikrim yok. Kötü görünmüş olacak ki, “Nesrin!...” diye uğursuz mu uğursuz bir sesin yükselişiyle öğrenmiş bulundum ne yazık ki onun ismini. Bir erkeğe aitti bu ses. Beni işaret ederek, “Seni rahatsız mı ediyor yoksa?!” diye sordu sinirli sinirli. Değil sadece o zamana kadarki, şimdiye kadarki bütün hayatım boyunca o anki kadar rezil, yerin dibine geçmiş ve kepaze bir halde hissetmedim kendimi hiç. Aşırı heyecan, telaş, endişe ve buna benzer tüm meşum duyguların etkisiyle yüzüme kan hücum etmiş; kıpkırmızı yapmıştı beni. Bunu bilmek için bir aynaya gerek yoktu. Nesrin… Hızla kafasını iki yana doğru sallayarak cevap verdi o soruya. Sonra da genç adamın elinden tutarak alelacele kalktı ve birlikte yürümeye başladılar. Tabi öncesinde, “bir daha asla karşıma çıkma” mealine gelen bir bakış atmayı da ihmal etmedi adam bana.
Arkadaşlarım moral vermek için sırtımı sıvazlıyorlarken, bu dokunuşlar aslında daha da yakıyordu canımı. Bir an önce eve gidip uzanmak istiyordum. Kulağımın içindeki ‘pazartesi gel başla’ ezgisinin neşeli sesi susmuştu. En iyisi, hazır akşam ezanı da okunmuş ve kerahat vakti çıkmışken, sabah oluncaya kadar yatıp uyumaktı şimdi. Öyle de oldu.
Sabah evden çıkarken sevinçle, dualarla uğurladı beni annem. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşten sonra yeni iş yerime varmıştım artık. Sabah 8 civarıydı. Az sonra patron geldi pastaneye. Fakat gözlerim yuvalarından fırladı! Dünya başıma yıkıldı! Şimdi olsa kalbim o günlerdeki gibi strese dayanabilir miydi üst üste, bilmiyorum. Gençlik işte. Henüz yeterince zarar görmemiş taze bünyenin, sahibine sunduğu sağlık garantisi ve yaşam kalitesi…
Doğru bildiniz. Bir gün önce, bana hayatımın en utanç dolu ve sarsıcı anını yaşatan adamın ta kendisiydi, patron. Tabi o da beni tanıdı hemen. Hakaret dolu sözlerle oradan kovulmaya başlanıyordum ki, çoktan çıkıp gitmiştim bile…
Sonra anneme ve babama ne diyeceğimi bilememem şöyle dursun, son 1 günün içinde yaşananların hepsi, her şey kafamın içinde dönüp durdu günlerce. O yılın yaz mevsiminin çoğunu, çökmüş bir bünye ve kararmış bir ruh hali yüzünden yatağımda geçirdim hep. İş buluşum, hem de öyle şık ve lüks bir pastanede çalışmaya başlayacak oluşum, Nesrin, gözlerindeki o bir anlık alevlenme, o adamın gelip beni yerin dibine sokuşu, patronun -meğer- o oluşu, beni oradan kovuşu… Tam 42 yıldır kabuslarımda görüp yaşarım hepsini hala.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.