Kör Ahmet değil, “Konya'nın Kültür Hazinesi” gelmez yola gitti
Ölüm üstü örtülemez bir gerçek...
İster inanın, ister inanmayın, yani inancınız ne olursa olsun, ölüm gerçeği herkesin kapısını bir şekilde çalıyor...
Ölüm...
İster hasta, ister yasta...
İster genç, ister yaşlı...
Ne kör tanıyor, ne topal...
Ne sporcu tanıyor, ne sanatçı...
Yani...
Yanisi şu; ölümden kaçış yok...
Ölüm ve vasiyet...
Gerçeğin farkında olmanın en önemli işareti...
Ahirete gideceklerin kalanlara yazdığı ya da söylediği, hiçte albenisi olmayan sözler...
Gelinlik olsa giyilmez, evlat olsa sevilmez...
İki taraf için de şok, iki taraf için de ağır sözler...
Ahmet Özdemir'in vasiyeti gibi...
Birincisi; camilerde kendi sesinden “sela”sının verilmesi...
İkincisi de oğul Zeki...
Birincisi için fikir sahibi değilim...
İkincisi...
Yani Zeki için, Konya'nın duyarsız kalacağını sanmıyorum...
İnşallah kalmazlar...
Söylenecek çok söz var, ama dam alçak değnek kalkmaz!
Neyse...
Ahmet Amcanın vasiyeti bir tarafa, aslolan gidişi...
Çocukluğumda, yani 5'li 6'lı yaşlarda, yani kendimi tanımaya başladığım yıllarda tanıdım Ahmet Amcayı...
65'li yıllarda, babamın koca makaralı bir teyibi vardı...
Sütçü sokağının baranası, başka bir deyişle de, babamın arkadaşları, akşam oturmaları yaparlardı...
Yatsı namazından sonra hergün bir evde toplanırlar, siyah-beyazlı Konyaspor'u, yeşil-beyazlı Konya İdmanyurdu'nu konuşurlar, spor sohbeti bittikten sonra da Ahmet Amcayı, yani Kör Ahmet'in türkülerini, teybe aldığı taklitlerini (o zamanlar öyle denirdi) dinlerlerdi...
Ahmet Özdemir'in evi ile bizim evin arası taş çatlasa 200-300 metre mesafedeydi...
Onların evi, toprağa verildiği “Yediler Mezarlığı”nın hemen bitişiğinde, bizim ev ise Sütçü sokağındaydı...
Ahmet Amcaların evinin yerinde şimdi koca koca apartmanlar var...
Bizim Sütçü sokağındaki ev ayakta kalmaya, yıkılmamaya direniyor, ama nereye kadar?
Dolayısıyla, Sedirler'in, Arapların, Biççimez'in, İşgalaman'ın, dahası Karatay'ın hemen hemen bütün tarih kokan evleri, “medeniyet” denilen tek dişi kalmış canavara bir bir teslim oluyor...
Bir tarih kayboluyor böylelikle...
Aynen Ahmet Özdemir gibi...
xxx
“Kör Ahmet” namıyla mağrur Ahmet Özdemir...
Aynı zamanda hem komşumuz, hem de aile dostumuzdu...
Bizim Adana'da Halit Dayımız vardı...
Nenemin yakın akrabası...
Hurdacıydı...
Ziraat aletleri hurdası alır, Adana'da satardı...
Ahmet Amcanın babası Ali Amca'dan alırdı çoğunlukla hurdaları...
Aksata (alış-veriş) yaparlardı...
Dolayısıyla da akraba gibi olmuşlardı...
Onlar Konya'ya geldiklerinde mutlaka Ahmet Özdemir'lerin evinde misafir olurlardı...
Ahmet Amcalar da Adana'ya gittiklerinde, Halit Dayıların evinde...
Anlayacağınız Ahmet Özdemir ailesi ile böyle de bir bağımız var...
Cenazeden bir gün sonra, yani Çarşamba günü Zeki geldi gazeteye...
Bir omuzu çökmüş, sesi kısılmış...
Nasıl kısılmasın ki, baba-oğul bir kökte uzamış sarmaşık gibiydiler...
Zeki, babasının gören gözü olmuş, yürüyen ayağı olmuş, duyan kulağı olmuş, tutan eli olmuş...
Velhasıl birbirlerini tamamlamışlardı...
Ne yazık ki, baba gelmez yola gitti...
Rahmetli Veysel'in dediği gibi...
“Ne Şehire, ne Köye, ne Yıldıza, ne de Aya, uçsuz bucaksız Derya'ya, gelmez yola gidiyorum” dedi ve gitti...
Bugün geriye baktığımız zaman, Ahmet Özdemir'i, yani kör Ahmet'i anlama noktasında yeterli duyarlılığı gösterdiğimiz söylenemez...
Geçin duyarlılığı, itilip kakılmasına bile seyirci kaldık...
Şehir olarak sahiplenmedik...
Yaşarken kıymetini bilmedik, ne acıdır ki, ölünce de aynı vefasızlığı, aynı duyarsızlığı gösterdik...
150 binlerin katılması gereken Ahmet Özdemir'in cenazesi 150 kişiyle kaldırılıyorsa, bu bizim, sizin, toplamda da Konya'nın ayıbıdır...
Bu şehir, bir olup, biz olup bir tek Kör Ahmet belgeseli çekemedi...
Bir kültür hazinesi, bir derya, bir hiciv ustasını, iki gazete röportajı, 3 televizyon programı ile gelmez yola gönderdik...
Hem de 150 kişiyle...
Nurtopu gibi bu ayıp bize yeter.