Göz nezlesi…!
El örgüsü fanilayı (fanle), tursil ile yıkanmış küçücük başımızdan zorla geçirildiği zamanlardı… En heyecanlı günlerden biriydi “onun görüleceği” gün…
***
Horozları bile uyandıran bir erkencilikle kalkardık, ağabeyimle…
***
Mahalle çeşmesinden helkelerle getirilen suyu daha annem hazırlanmadan ısıtmaya çalışırdık… Üç numaralı tıraşlı, alaburslu kafalarımıza biraz su dökülür, ardından toz deterjan “tursille” iyice köpürtülürdü…
***
Fatih Çarşısı’nın altından alınmış, atletler giyilir, el örmesi sertleşmiş fanilanın boğazından kafalarımızın geçmesi için güç kullanılırdı… Geçtiği an gözlerimizde acıdan şimşekler çakardı neredeyse…
***
İspanyol paça pantolonlar, geniş yaka gömlekler, içine yelek en üste takımın ceketi… Olmayan saçlar yeniden aynada gözden geçirilir…
***
Hazırlanan yemekler tencere içinde özenle filelere yerleştirilir, sigara konur, annemin emek zahmet geceleri hazırladığı mendillerde pakete girerdi… Karma Ortaokulu’nun köşesinde o kocaman demir kapının önünde beklemeye başlardık…
***
“Konya Cezaevi”nde bir görüş günü daha…
***
Namlı kabadayı, koğuşun ağası, kaytan bıyıklarını burarak elinde tespihi, ayağında yumurta topuk, sivri burun arkalarına basılmış ayakkabısı, omzunda ceketi, yelek cebinde olduğunun işareti olan sallanan köstekli saattin zinciri ile tarifi imkansız muazzam bir yürüyüşü ve vakurla yanımıza gelişi…
***
Mis gibi bir lavanta kokusu kaplardı genzimizi…
***
Tuttuğu gibi belimizden, bir pamuk yumağı gibi koğuşun tavanına neredeyse kafamız değecekmiş gibi atar, tutar, öper, tekrar atar, daha sıkı sarılır, kaytan bıyıkları yüzümüze bata bata, yanaklarımızı bitirecekmiş gibi öper dururdu…
***
Ardından en sevdiğimiz bölüm… Hasgeli, Fındık Sülümanlı, Folluk Hasanlı, Gırıkdiş Halil ibrahimli, isimlerini şimdi hatırlayamadığım nicelerinin yattığı o koğuş… Beş, altı yaşındaki bir çocuk için sinema salonu gibiydi…
***
Ah o çekmece…
***
Elini her attığında o çekmeceye, mandalina, portakal çıkardı… Mandalinanın, portakalın kıymetinin bilindiği, “şifa” niyetine yenildiği yıllar… O meyvelerin o çekmecede yetiştiğine inandım uzun bir süre…
***
“O çekmeceden bizde alalım anne” diye tutturduğum bile olmuştur…
***
Koca koca külhanbeylerin, bizi sevmek ve eğlendirmek için o koğuşta, volta attıkları avluda girdikleri envai çeşit komik kılıklar…
***
Ve ayrılık vakti…
***
Koğuş ağası, “kabadayı”nın, dünyanın en yakışıklı adamının birden gözleri nemlenir… Sert, sert öksürür, okkalıca tamamını getiremediği bir küfür nara gibi patlardı pis duvarlarda… Herkesten gizlediği gözyaşlarıyla, yüzümüzü yıkar gibi öperdi…
***
Arkadaşlarına göstermemek için hızla silinen yaşlar, boğaza düğümlenen, geniz yangınlarıyla bir türlü bitiremediği “kuzularım, aslanlarım…”la başlayan boğuk cümleler… Çakmak çakmak olan gözlerini herkesten kaçırırken, “Ah şu göz nezlesi, yine mahvetti gözlerimi” diye bir külhanbeyinin mahçup ve mağrur duruşu…
***
Çocukluklarımız zor ve sayısız ateşli geceler de, “Baba sevgisi” ile hep imtihan oldu…
***
Ne zaman kavak ağaçları baharda minicik pamuklarını rüzgarda savursa, biri yanımda “Göz Nezlesi”nden dem vursa, bir hançer gibi o kabadayı gelir yüreğimin ortasına saplanır… Altımdan zemin kayar, genzime bir lavanta kokusu yayılır…
***
“Babamm” diye fısıldarım, Âlemi Berzaha doğru çoktan kaymış yüreğime…