Dil ve Lisan
Kulaklara, dillere, seslere ve lisanlara hiç ihtiyaç duymadan, sabahtan akşama kadar sohbet ettik onunla. Farklı lisanların dille değil ama gönül teliyle tınlayan seslerini duyabilip, sözlerini söyleyebilmek için kelimelere ihtiyaç yoktu ki! Bunları duymak için kulaklara ihtiyaç yoktu. Ses etmeye lüzum yoktu. Gönül telinin bir tınısı, zaten vardı. Dili bağlayınca, çok daha dürüst ve gerçek olan ortak bir lisan öğrenilebiliyordu. Vücut dili yeterince konuşkan; gözlerin kalplere açılan kapısı da yeterince açık ve davetkardı, bunun için. Kalbe davet eden birer kapıydı, her iki göz. Bunu ikimiz de öğrenip o suskun ve ortak lisanı söktüğümüzde, sabahtan akşama kadar sohbet ettik. Aynı dili konuşamamanın tam içinde, çok şey anlattık birbirimize. Dedim ya, vücut dili vardı bir kere. Gözler, mimikler ve yüzün her bir noktasına gizlenen kelimeler vardı. Okunabilirdi. O dil, bir kez söküldüğünde, gerisi çorap söküğü gibi geliyordu. Sabahtan akşama kadar sohbet edilebiliyordu. Anlatılabiliyordu. Anlaşılabiliyordu. Dil denen organa ne gerek vardı? Dil zaten, her yöne dönebilen bir organdı. Dönekti. Bu yüzden, güvenilmezdi.
Yok…
Dilin ucuna kadar gelip orada düğümlenen binlerce kelime varken, nasıl anlaşılabilirdi ki? Nasıl anlatıp, nasıl anlayabilecektik, bu sıkışıklığın içinde? Dildeki düğümlerin sebep olduğu sıkışıklığın içinde? Öyle ya, düğümler, sıkıştırıyordu. Anlatamamak, boğuyordu. Susmayı öğrendik biz de. Kalplerimizi daha fazla sıkıştırmayıp, onları özgür bırakmak için, susmalıydık. Susmak, özgürlüğümüzdü. Konuşamamak ve anlatamamak konusunu kabullenişimiz, bu konuda pes etme hakkımızı kullanıp beyaz bayrağımızı göndere çekmemiz, ikimizi de, birbirinden uzak ama kendi içinde özgür kişiler yapacaktı. Aksi yöne kürek çekmek, sadece kalplerimizi sıkıştıracak ve dillerimizdeki düğümleri çoğaltacaktı. Boğulacaktık. Havanda su dövmeye çalışmanın bir anlamı yoktu. Anlaşamazdık. Birbirimizin lisanını bilmemek, birbirimizin dilini hiçbir zaman çözemeyecek oluşumuz anlamına geliyordu. Lisan, dil demekti hem. Vücudun ve gözlerin dili, mimiklerin iç dünyayı ele verişi falan… Hepsi, birer safsata ve gereksiz birer romantiklikti. Pratik hayatın soğuk gerçekliği, tüm bu romantizmi dondurup buzdolabı rafına kaldırırdı. Kaldırıyordu. Konuşamamak; ortak bir lisandan yoksunluk, dili ve kalbi aynı anda düğümleyip bağlıyordu. Anlaşamazdık. Bunu kabullenip özgürleştik. Birbirimizden uzağa ve gökyüzüne doğru, özgür birer balon gibi uçup savrulduk.
Hangi düşünce doğru? Tabii ki, ilki. Fakat en az bir o kadar da, ikincisi... İlkini yaşıyorum, gerçi. Bir yandan da, bulunduğum yer, tam olarak ikincisinin içi. Dil, önemli... Hangi dil mi? Bilmem ki! Ben diyeyim ağız içindeki organın; siz deyin vücudun dili… Yalnız şu da var ki, sabahtan akşama kadar sohbet ettik onunla.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.