Belki de yük değil
Üzerimde bir ağırlık… Sanki bir silkelensem kuş olup uçacağım.
İçimde bir asi… Sanki bir ses buluverse kendisine, ağıza alınmayacak sözler söyleyip, en bilindik ve makbul kurallara bile hiç çekinmeden isyan edecek ulu orta.
Bir yerlerde de inançlı birisi var. Dip derinlerde o. Taassup, bilgelik, tevekkül ve iman sahibi. Bir gün bir ortaya çıkıverse, evliya edecek beni belki.
Hele de en çok, şeytanlar var içimde. Öldürmeye çalıştıkça dirilen, evet bir türlü yok edemediğim, hatta dirildikçe de daha fazla hayat bulan mahluklar.
Daha neler, neler… Sormayın! Hangi birinden bahsedeyim? Festival gibiyim! Uçlar, eşit ama zıt güçler barınıyor içimde yani. Tıpkı sizler gibiyim işte bu bakımdan: festival gibiyiz. Biz, hepimiz.
O halde insan, nasıl bir karışım ve alaşımdır böyle? Nefes kesici ve akıl almaz bir şey değil mi bu?
Alemden maksattır bir yandan da; meleklerin önünde secdeye vardığı o şerefli varlıktır.
‘İmtihan sırrı’ sözüne fena takıldım bugünlerde, bir de. Sürekli sendeleyip düşmelerim, bu yüzden olsa gerek. Gerçi yok, idrak etmeye çalıştığım falan da yok, o gökleri delip geçen sırları, hakikatleri ve marifetleri. Beni aşar bunlar, biliyorum. Sınırını bilmek iyi bir şeydir. Yine de, “haydi gidip o ‘yasak meyve’den ye” diyor içimden lain bir ses. Gücümü çoktan aşacak olan o sırları, o sınav sırlarını ve cevaplarını öğrenip bilme gayretini ve cüretini veriyor bana. Sınırlar silinip tanınmaz bir hale konulunca da, malum, hadsizlik ve azgınlık gibi meşum haller ortaya çıkıyor sonra. İlk nidası ta yaratılışa kadar varıp dayanan ama her nasılsa -izin verildiği için- an be an canlı kalabilmiş olan lanetli ve kadim olan bu sesin sahibini hepimiz tanıyoruz. Gerçi o bizi daha iyi tanıyor ne yazık ki… Şah damarımdan daha yakın olana sığınıyorum ben de.
Fakat en çok da, en başta bahsettiğim, üzerimdeki o ağırlıktan muzdaribim. İki ucu kapalı ama içi çok kalabalık ve gürültülü bir tünele çeviriyor çünkü bu beni. Diğer her şeyi bir kenara bırakıp bu ağırlıktan, sadece bu yükten bahsedeyim birkaç cümle de olsa. Olmaz mı? Paylaşınca hafifler derler ya…
Göklere ait olan bir varlığın yeryüzüne mıhlanıp, toprağa tutsak edilmiş bir köle haline çevrilmesi gibi bir şey bu. Asıl vatanım oralarda -yukarılarda- bir yerlerdeyken, ana yurttan sürgün edilmiş ve bambaşka yaşam koşullarının ve yasalarının içine atılıp gönderilmiş gibiyim. Gibiyiz! Ne yaparsak yapalım bir türlü daimi ve gerçek bir şekilde mutlu, memnun ve mutmain olamamamızın temelinde yatan bu sebepleri unutalı sayısız zaman geçmiş olsa da, hafızamızı zorlayınca, unutulmuş olan her ne varsa hepsine ulaşabilmek mümkün aslında. (Dünya sahnesindeki kişisel tarihimizi çoktan ve çoktan aşacak kadar eskiyi anımsamaktan söz ediyorum bu arada)
O ağırlığa dönecek olursak… Buralarda asla bulunamayacak o aidiyet hissinin yoksunluğunun yol açtığı ağırlığa, yani…
Omuzlarımdan bastıran, belimi büken ve ana yurda duyduğum hasreti durmaksızın katlayan bu ağırlığın da, az önce bahsettiğim o sınav sırlarından birisi olduğunu; (b)öyle olması gerektiği için (b)öyle olduğunu, hikmetin sorgulanmaması gerektiğini, evet tüm o öğütleri biliyorum, bilmesine. İki ucu kapalı bir tünel olmak, bu sıkışıklık ve darlık, bu yeryüzü sürgünü ve yer çekimi hapsi, kuş olup uçamamak hani, ‘oralara’ gidememek, yüceler yücesi bir sırrı ve bilgiyi taşıyorsa içinde, bu senaryonun bir parçası olmak bile başlı başına güzel olmaz mı o zaman? Düşünüyorum da… O ağırlık, yük değil; varlığından hoşnut bile olunabilecek bir şeydir o halde. Bilmiyorum ki! Üzerimizdeki ağırlığı, tayin edilmiş bir vakte kadar onurla taşımalı ki, “Sen O’ndan razı, O da senden hoşnut olarak rabbine dön”(Fecr,28) sesini, takdir edilen o vaktin en sonunda duyabiliriz belki o zaman.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.