Nurten Selma Çevikoğlu

Nurten Selma Çevikoğlu

Mevlâna ve insan

Mevlâna ve insan

Sevgili okurlar, Aralık ayında satırlarımıza büyük Veli, Hak Dostu Mevlâna hazretlerini konuk ediyoruz. Geçen hafta bu husûsu belirtmiştik. Sizin için seçtiğimiz insanla alâkalı beyitleri istifadenize sunuyoruz efendim. Buyurun başlayalım: Mevlâna Hazretleri;

‘Allâh’ın insana verdiği nimetlerin değişik şekillerde tecellî ettiğini’ vurgulayarak, ‘zehiri panzehirle, nûru ateşle gizlediğini’ ifâde eder. ‘Bu sebeple Allâh’ın lütfunu da, kahrını da hoş görüp, gönülden kabul ederek, insanlara tevâzû ile yaklaşmak gerekir. (Mevlâna, Mesnevî, çeviren: Şefik Can, İstanbul 1995, c. VI, 4206-4360) der.

Hazret bu beyitte, her şeyin zıddıyla kâim olduğunu ifâde ederken, nûrun olduğu yerde mutlaka kesâvet, karanlık olacak ki, nûrun kıymeti idrak edilsin. Mevcutlar ancak zıddıyla bilinir. Zıdlıklar aksini işâret eder. Bir şeyi bilmek istersen, zıddına bakacaksın ki o mevcut, daha iyi anlaşılsın. Zehir varsa panzehir de vardır. Cenâbı Hakk nice zorlukların içinde kolaylıklar gizlemiştir. Kahır gibi görünen şerlerde, aslında pek çok hayır olduğu, ibret ve hikmetle görülebilir. Kişiye zorluk gibi gelen o haller, gerçekte insanın kolaylığı ve güzelliği görebilmesine yöneliktir. Asıl olan, Hakk’tan gelenleri isyan etmeden, yürekten kabullenerek, hoşgörüyle bakabilmektir, anlayışını bize bildiriyor. Başka bir beyitte;

‘İnsanın kendini tanımasının ötekine karşı tutum ve davranışlarına olumlu’ etki edeceğini belirten Mevlâna, ‘kendini tanımayanların başkalarının kusurlarıyla uğraşacaklarını vurgular. Ona göre eğer halk kendi kusur ve ayıplarını görseydi, diğer insanlarla ilgilenecek vakit bulamazdı. (Mevlâna, Mesnevî, c. II, 881-882) diyor.

İnsan, kendini en iyi kamufle eden, gizleyebilen bir varlıktır. İnsan kendini tanımalı zira kendini tanıyan insan, kendi hatâlarını görüp, başkalarının kusur ve yanlışlarıyla uğraşmazdı hatta bunlara vakti dahi kalmazdı. Ancak insan kendini, kötülüklerini, hata ve kusurlarını bilmesine rağmen yine de, kendi kusurlarına bakmaz, başkalarınınkiyle meşgul olur. Nedendir bu? Çünkü insan, kendini beğendiği ve kendini üstün gördüğü içindir. Başkalarını eleştiren kişi, kendini tanımamıştır. Kendini tanıyan insan, kendiyle uğraşır, başkalarıyla uğraşmaya vakti olmaz. Yalnız tabi kişinin bunu kendine itiraf etmesi yâni kabullenmesi gerekir ki, kendini düzeltebilsin. Yoksa bunun farkında olmayan bu güzel işi nasıl yapsın? Diğer bir beyitte;

Tasavvufî makâm ve hâlleri aşıp kesrette, vahdeti müşâhede eden’ Mevlâna, ‘kin, nefret, kibir, gurur, benlik ve şöhret gibi kötü huy ve kaygılardan uzak bir insan-ı kâmil olarak, faklı mezhep ve dinleri vahdet denizinin dalgaları olarak’ değerlendirip, ‘Sünnî-Alevî, Müslim-gayri Müslim, herkese tevâzû ve hoşgörüyle yaklaşmıştır. İnsanların yaptığı aşırılıkları, müsamaha ile karşılamış, onları incitmeden mütevâzî davranarak gönüllerini kazanmıştır.”  (Şefik Can, Mevlâna Hayâtı, Şahsiyeti ve Fikirleri, İstanbul 1995, 100)

Hakk’a yakın, ârif bir gönül olan, insan-ı kâmil olma yönünde en üst mesâfede bulunan büyük Sultan Mevlâna hazretleri, benlik-kibir-gurur-enâniyet gibi yerilmiş sıfatlardan beri bir mürşid olarak her çoklukta, ‘tek’ olan ‘Rabb’ini gören bir velidir. Buradan hareketle, farklı din ve mezhepten olan insanlara karşı gâyet hoşgörü ve tevâzuyla yaklaşarak, onları hiçbir şekilde ötelememiş, onları tevhid denizinin içindeki dalgalar olarak, değerlendirmiştir. Sünni-alevi, Müslim-gayrı Müslim herkesi kendine çağırması, hepsini kabullenmesi, onların kalplerini İslâm’a ısındırmak içindir. Yoksa: “Kâfirleri dost edinmesinler.” (Âli İmran, 28) Âyetini üstad, bilir. Buradaki Mevlana hazretlerinin tutumu, asla onları dost edinmek adına değildir. O zaman, bunu gerçekleştirmek için kendinden tâviz vererek yapması lâzımdı. Halbuki O Güzel Şahsiyetin, yüce bir gönül ve yüksek bir kaplayışla, herkesi ‘tek’ olan etrâfında toplama anlayışı vardı. O gönlündeki tevhîdî toplama alanına, hiç kimseyi ayırmadan herkesi kapsayıcı bir bakışla meseleyi ifâde ediyor. Asıl maksad, onlarla dost olmak değildir. Hazret, farklı din ve meşreptekilerle tanışıp, onlara İslâmiyetin güzelliğini göstermek istemiştir. O sebeple, herkesi tevhid anlayışıyla kucaklayıcı davranışlar serdetmiştir. Bizler de bugün, hem bu anlayışla, hem de zengin-fakir, akıllı-zengin, itibarlı-itibarsız, makamlı, makamsız ayrımına girmeden herkese en güzel biçimde davranmamız icap eder.

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Sizi birbirinizi tanıyasınız diye kavimler ve kabileler hâline getirdik. Kuşkusuz Allah katında en üstün olanınız, derin bir sorumluluk bilinciyle O’na karşı saygı duyanınızdır. Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır.”(Hucurat, 13)

Tabii Üstad Mevlânâ, yukardaki fikirlerini, iş bu Kur’ân âyetlerinden almıştır ki, Biz sizi bölük bölük kavimler ve kabileler hâlinde yarattık ki, bu konu birbirinizi tanıyın amaçlıdır. Lâkin, kim kimin dostudur? Yüce Allah Teâlâ’dan en çok korkanınız, O’na en çok saygı duyanınız ve O’nun emirlerini en çok yerine getirmeye çalışanınızdır ki, bu kişi, O’nun dostudur. Cenâbı Hakk’a yakın olmanın üstünde daha başka bir makam ve mevkii yoktur. Ancak şuan mevcut durum, bunun tam da zıddıdır. Ne kadar ‘Hak’ kelâmı ağza almazsa, insan öyle el üstünde tutuluyor. Halbuki, en üstün kelam, ‘Lâ ilâhe illallah’ kelâmıdır. Rabbim bizlere saygıyla, itinayla bu muhteşem kelimeyi bütün ciddiyetimizle hem söylemeyi hem muhtevâsıyla amel etmeyi bahşeylesin inşallah.

Efendim, Cumânız mübârek olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Nurten Selma Çevikoğlu Arşivi