Kalbin Aklı
Her zaman modasını koruyan bir klasik mi, yoksa, son zamanlarda mı modalaştığını kestiremediğim bir şeyden bahsedeceğim, bugün. Duygusallığın zayıflık; duygusuzluğun ise güç olarak algılanmasını, anlatılmasını ve öğretilmesini diyeceğim. Öyle deniyor.
Duygusallık zayıflık; duygusuzluk ise güç müdür, gerçekten de? Bir bakalım…
Hayatın zorlu anlarında, ya da, genel olarak tüm bir yaşam boyunca, kendini asla ‘koyvermemek’ ve duygulara yenilmemek (?), çelik gibi iradeli olmaktan ve güçlü(?) bir bünyeye sahip olmaktan sayılıyor, öyle değil mi? Öyle ya, duygulara set çekip de onlara gem vurabilme yiğitliği sergilenmiş ve adeta bir kahramanlık destanı yazılmıştır. Tüm bunlara ‘irade’ dersek, ki öyle denir zaten, irade ve iktidar da, kol kola yürüyen iki kardeştirler, hem. İktidar ise malum güçtür, erktir. (Erk’ek kelimesi? Neyse, konumuz cinsiyetler değil, bu yazıda)
Öte yandan, duygusallık bir acziyettir. İnsanın zayıf noktası, yumuşak karnıdır. Duygusal insanlar, manipüle edilmeye pek müsaittirler. Yeter ki, duygulara hitap edilsin ve o kolay hedef, 12’den vurulsun. ‘Kandırılmaları’ an meselesidir, bu hitabetten sonra. Kurt ve kuzu hikayesinin zavallı kuzularının çevirmeleri de pek lezzetli olur hem, kurtlara göre. Zaten evrilip çevrilmelerinin de pek basit işler olduğunu söylemiştim, manipülasyona müsait oluşlarını derken.
Buraya kadar, duygusuzluk, duygusallığı açık ara galebe çalmış gibi görünüyor. Lakin ‘gördüğünün yarısına inan’ diye, karşısında büyük saygı duyduğum bir söz vardır. Duymuşsunuzdur. O halde, biraz daha bakıp görmeye çalışalım şimdi. Bu arada, tam da konuyla ilgili rast geldiğim bir yerdeyiz, şu anda. Söyleyeceğim. Ne yaptım, biliyor musunuz? Aklımın dikenli tellerine gerçekten sürekli takılan bu duygu ve şüphe yüklü, devamlı cevabını aradığım soruyu, bir bilene sordum. Şu Çinli bilge gibilerinden olup da, onlardan fazlası olan, aklı ve gönlü sonsuz bir bilgi ve ilham kaynağından beslenen birisine danıştım, tüm bunları.
Öğretilere ve anlatılanlara hesapsızca inanıp uymanın, yani esas bunun, gerçek bir koyunluktan -kuzuluktan- sayılacağını, söyledi. “Sen ne kurt ol, ne de kuzu” dedi. “İnsan olmak en güzeli”… İnsanı da hayvanlardan ayırt eden şeyin, akıl ve duygular olduğunu, söyledi.
Oysa, sadece ‘akıl’ konusu vurgulanır hep, insan-hayvan ayırdını gösteren en bariz fark olarak, öyle değil mi? Sahi, ne kadar da ezberciyiz! Duygu ve akıl, bir hayvanda hiç mi bulunmaz gerçi, bu da ayrı soru ama cevap çok basit. Onlarda yalnızca hayatta kalma yetisini sağlayabilecek kadar bir akıl/zeka ve içgüdü düzeyinde bir duygusallık mevcuttur. Mesela, hayvanlarda sanatsal algılardan, vicdani, ahlaki, ya da, estetik kaygılardan bahsedebilmek, mümkün değildir. Akledebilen ve derinleşebilme potansiyeline sahip, pek çeşitli ve çok yönlü bir duygusallık, sadece ve sadece insanlara özgüdür.
O bilgeye dönelim şimdi, ben ne konuşuyorum ki? Dedi ki: “Duygular, insanın rehberidir. Onların sesine mütemadiyen kulak vermek ve ne dediklerini iyi dinleyip duymak lazımdır. Aksi halde, küsüp susarlar ve dikkate alınmama intikamlarını da, eski sahiplerini, yalnızca pek sınırlı olan akıl ve mantıklarına güvenme cehaletini seçme yanlışlığına iterek alırlar. Duygusuz, mekanik ve kendini ‘güçlü’ sanan sevimsiz, kibirli ve itici kişiler türerler, böylece. Duygusallık iyidir, yani. İnsanı, ilahi olana da duygular taşır hem zaten. En akla geleninden bir misal getirecek olursak, içi, pişmanlık ateşiyle yakıp kavurmayan bir tevbe, makbul müdür? Hayvanda ne gezer? Pekala uzun uzadıya örnekler verilebilir (sayfadaki yerim buna müsait değil). Hasılı, duygusuz kişinin, yolundan bir an önce dönmesi lazımdır.”
Sonra bu sözleri düşündüm… Aklımla değil, gönlümle düşündüm ama. Bilmem anlatabildim mi?
Duygusallık iyidir. Anlama ve akletme merkezi de, kalptir; başkası değil.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.