Ya Terörün Arka Yüzü (1)
Nereye gidiyoruz yazı serisi
Türkiye terörle 1950’li yıllardan sonra tanıştı. Önce 1946 seçimleri ve ardından 1950 seçimlerinde büyük farkla iktidara gelen DP Demokrat Parti’nin iktidarını sarsmak, onları iktidardan düşürmek gayesiyle muhalefetin büyük ölçüde körüklediği terör ve anarşi, bir takım işçi sendikalarında, üniversiteli gençlik arasında yer buldu ve ülkemizin büyük şehirlerinde yaşayan insanları terör ve anarşiyle tanıştırdı.
Yaygın olarak bir anlatıma göre devrin Başbakanı Adnan Menderes bir gün makam otosuyla Ankara içinde bir anarşist gurubun eylemi içine döştü. Merhum Menderes arabasından indi ve bu esnada kendi yakasından yapışan bir gence sordu. “Ne istiyorsunuz?” Genç yüksek sesle ve bağırarak; “Hürriyet istiyoruz, Demokrasi istiyoruz” dedi. Bunun üzerine Başbakan; “Evladım, bir Başbakanın yakasından tutuyorsun ve hürriyet istiyoruz, diyorsun. Bundan daha büyük hürriyet mi olur?” diye sordu.
Biz o genç utanıp, sıkıldı mı? Bilmiyoruz.
Aradan birkaç yıl daha geçti, bir sabah uyandığımızda Türkiye Cumhuriyeti radyolarından mehter marşları ve kahramanlık Türküleriyle uyandık. Ara sıra kalın davudi sesiyle Albay Alparslan Türkeş’in; “Ordu Türkiye Cumhuriyetinin idaresi el koymuştur…” diye anons ediyordu. Günlerin 29 Mayıs 1960’ı gösterdiğini ve yapılan ihtilalin gerekçesinin; “Artan anarşik olayların bastırılmasında hükümetin yetersiz ve aciz kalması üzerine bu ihtilal yapılmıştır” diyordu.
Anarşi ve terör o günün gecesi son buldu ve suçlular(!) Yassıada mahkemelerine gönderildiler. Anarşiyi çıkaranlar sanki Başbakan Adnan Menderes, Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’dı ve asılarak idam edildiler.
YİNE TERÖR VE YİNE İHTİLAL
Biz artık terör ve anarşiden kurtulduk diye seviniyorduk ki bu sefer 1966–68 yılarındaki terör ve anarşiyle tekrar karşılaştık. Süleyman Demirel’in Başbakan ve Prof. Erdal İnönü’nün Orta Doğu Teknik Üniversitesi Rektörü olduğu bu dönemde 68 kuşağı geçlik diye tarif edilen Deniz Gezmiş’lerin, Mahir Çayan’ların ve buna benzer gençlerle tanıştık. Bunlar önce Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde başlattıkları ve sonra dalga dalga yurdumuzun üniversite bulunan illerine dağıldığı terör ve anarşiden, birçok insanımızı kaybettik. Tabii terör tek kutuplu olamazdı buna bir ikinci kutup daha ilave ettiler, “Ülkücü gençlik…”
Bunlar “biz olmasak komünistler ülkemizi alacaklar. Ülkeyi biz koruyoruz” veya “kanımız aksa da zafer İslam’ın” diyerek slogan atıyor ve sloganlarını duvarlara yazıyorlardı. Bu arada evler mi basılmadı, kahvehaneler mi basılmadı, buralar makineli tüfeklerle mi taranmadı? Nice masum ve suçsuz insanlar mı ölmedi?
Devrin Başbakanı; “Yürüsünler. Sokaklar yürümeyle aşınmaz” diyerek bu konuda ki “kendine has vurdumduymazlığını” sergiliyordu. Bu arada MSP (Milli Selamet Partisi)’nin Konya’da “Kudüs’ü kurtarma” adında (6 Eylül 1980) bir miting yaptığını görüyoruz ve tarihlerin 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde yine bir ihtilalla karşılaşıyoruz.
İhtilalin gerekçesi nedir diye baktığımızda “anarşik olaylar ve MSP’nin Kudüs’ü kurtarma mitingi” olduğunu öğreniyoruz.
Niçin, izinli ve resmi bir miting ihtilalin gerekçesi olsun diye araştırınca, bunun mitingin başlaması esnasında binlerce kişinin coşkuyla söylediği İstiklal marşında, bir kısım (20–30 kadar) geçlerin ayakta değil de oturmuş olması ihtilalin ana sebepleri olarak sayıldığını görüyoruz.
Ülkemizde partiler kapatıldı, parti genel başkanları bir takımadalarda tutuklandılar. Bu ihtilalle birlikte anarşi ve terör de (çok şükür) son buldu(!)
İhtilallerin yapılışlarına gerekçe olarak gösterilen anarşi ve terörün kökü, yapılan her ihtilalle kurulduğu ilan edildi.
Ve Sayın Demirel; “11 Eylül 1980 ülke sıkıyönetimde. Ama anarşi ve terör had safhada oluyor da aynı terör nasıl oluyor da gece 24’den sonra duruyor?” diye soruyordu.
PKK DEVREYE GİRİYOR
Yıllardan beri ülkemiz üzerinde oynanan en alçakça oyunlardan biri, terör belası olmuştur. Bu kere terör daha bir organize ve daha büyük desteklerle gün yüzüne çıkartılıyor. Şimdi de Ülkemiz üzerindeki Sevr planlarından hiçbir zaman vazgeçmeyen emperyalist güçler, sık sık oynadıkları terör belası yine sahneye konmuş bulunmaktadır.
Bunlar taşeronları PKK terör örgütü eliyle ülkemizi istikrarsızlaştırmaya, milletimiz arasına nifak tohumları ekmeye çalıştılar. Bu yüzden binlerce yavrumuzu PKK terörüne kurban verdik. Yüreklerimize ateş, ocaklarımıza hüzün düştü. Bu ülkenin kalkınması, bu milletin refahı için harcanabilecek milyarlarca dolar, terör belası yüzünden heba oldu gitti.
BİR ANI VE ÖNEMLİ BİR TESPİT
O günlerde Güneydoğu bölgemizde görevli bulunan DSİ Diyarbakır Bölge Müdürü Yüksek Mühendis Recai Kutan beyin yaşayarak şahit olduğu bir olayı dinleyelim.
“Mardin’in İdil kazasına gitmiştim. Burası suyu, yolu ve hiçbir şeyi olmayan bir kaza. Affınıza sığınıyorum, hayvanlarla, insanlar aynı göletten su içiyorlardı. Türkiye’nin bile memur gönderemediği bir yer. Baktım “Bomboz” insanlar oralarda dolaşıyorlar. Biri kadın diğeri erkek iki bu kişinin kimler olduğunu öğrenmek istedim.
Kaymakam’a sordum; “Bunlar kimlerdir?” Kaymakam bey; “Amerikalılar” dedi. Amerika’dan gelmişler, Barış Gönüllüleriymiş(!) Oysa ortada savaş falan yok. İnsanlar bin yıldır orada huzur, barış ve kardeşlik içinde yaşıyorlar. Savaş olmayan yerde barış gönüllülerinin ne işi var? Bu cevap karşısında merakım iyice arttı.
Kaymakam’a; “Bunlar ne yapıyorlar burada?” diye sordum. Erkek olanı mezra mezra dolaşıp köylülere sözde tarım teknikleri öğretiyormuş. Kadın olanı da İngilizce hocası imiş.
Barış Gönüllüleri projesi Kennedy tarafından hazırlanmıştı. Türkiye’nin ABD ile 1962 yılında yaptığı ikili anlaşma sebebiyle Türkiye’ye 1962 – 1972 yılları arasında 10 yılda 1585 Barış Gönüllüsü gönderilmiş.
Türkiye terörle 1950’li yıllardan sonra tanıştı. Önce 1946 seçimleri ve ardından 1950 seçimlerinde büyük farkla iktidara gelen DP Demokrat Parti’nin iktidarını sarsmak, onları iktidardan düşürmek gayesiyle muhalefetin büyük ölçüde körüklediği terör ve anarşi, bir takım işçi sendikalarında, üniversiteli gençlik arasında yer buldu ve ülkemizin büyük şehirlerinde yaşayan insanları terör ve anarşiyle tanıştırdı.
Yaygın olarak bir anlatıma göre devrin Başbakanı Adnan Menderes bir gün makam otosuyla Ankara içinde bir anarşist gurubun eylemi içine döştü. Merhum Menderes arabasından indi ve bu esnada kendi yakasından yapışan bir gence sordu. “Ne istiyorsunuz?” Genç yüksek sesle ve bağırarak; “Hürriyet istiyoruz, Demokrasi istiyoruz” dedi. Bunun üzerine Başbakan; “Evladım, bir Başbakanın yakasından tutuyorsun ve hürriyet istiyoruz, diyorsun. Bundan daha büyük hürriyet mi olur?” diye sordu.
Biz o genç utanıp, sıkıldı mı? Bilmiyoruz.
Aradan birkaç yıl daha geçti, bir sabah uyandığımızda Türkiye Cumhuriyeti radyolarından mehter marşları ve kahramanlık Türküleriyle uyandık. Ara sıra kalın davudi sesiyle Albay Alparslan Türkeş’in; “Ordu Türkiye Cumhuriyetinin idaresi el koymuştur…” diye anons ediyordu. Günlerin 29 Mayıs 1960’ı gösterdiğini ve yapılan ihtilalin gerekçesinin; “Artan anarşik olayların bastırılmasında hükümetin yetersiz ve aciz kalması üzerine bu ihtilal yapılmıştır” diyordu.
Anarşi ve terör o günün gecesi son buldu ve suçlular(!) Yassıada mahkemelerine gönderildiler. Anarşiyi çıkaranlar sanki Başbakan Adnan Menderes, Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’dı ve asılarak idam edildiler.
YİNE TERÖR VE YİNE İHTİLAL
Biz artık terör ve anarşiden kurtulduk diye seviniyorduk ki bu sefer 1966–68 yılarındaki terör ve anarşiyle tekrar karşılaştık. Süleyman Demirel’in Başbakan ve Prof. Erdal İnönü’nün Orta Doğu Teknik Üniversitesi Rektörü olduğu bu dönemde 68 kuşağı geçlik diye tarif edilen Deniz Gezmiş’lerin, Mahir Çayan’ların ve buna benzer gençlerle tanıştık. Bunlar önce Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde başlattıkları ve sonra dalga dalga yurdumuzun üniversite bulunan illerine dağıldığı terör ve anarşiden, birçok insanımızı kaybettik. Tabii terör tek kutuplu olamazdı buna bir ikinci kutup daha ilave ettiler, “Ülkücü gençlik…”
Bunlar “biz olmasak komünistler ülkemizi alacaklar. Ülkeyi biz koruyoruz” veya “kanımız aksa da zafer İslam’ın” diyerek slogan atıyor ve sloganlarını duvarlara yazıyorlardı. Bu arada evler mi basılmadı, kahvehaneler mi basılmadı, buralar makineli tüfeklerle mi taranmadı? Nice masum ve suçsuz insanlar mı ölmedi?
Devrin Başbakanı; “Yürüsünler. Sokaklar yürümeyle aşınmaz” diyerek bu konuda ki “kendine has vurdumduymazlığını” sergiliyordu. Bu arada MSP (Milli Selamet Partisi)’nin Konya’da “Kudüs’ü kurtarma” adında (6 Eylül 1980) bir miting yaptığını görüyoruz ve tarihlerin 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde yine bir ihtilalla karşılaşıyoruz.
İhtilalin gerekçesi nedir diye baktığımızda “anarşik olaylar ve MSP’nin Kudüs’ü kurtarma mitingi” olduğunu öğreniyoruz.
Niçin, izinli ve resmi bir miting ihtilalin gerekçesi olsun diye araştırınca, bunun mitingin başlaması esnasında binlerce kişinin coşkuyla söylediği İstiklal marşında, bir kısım (20–30 kadar) geçlerin ayakta değil de oturmuş olması ihtilalin ana sebepleri olarak sayıldığını görüyoruz.
Ülkemizde partiler kapatıldı, parti genel başkanları bir takımadalarda tutuklandılar. Bu ihtilalle birlikte anarşi ve terör de (çok şükür) son buldu(!)
İhtilallerin yapılışlarına gerekçe olarak gösterilen anarşi ve terörün kökü, yapılan her ihtilalle kurulduğu ilan edildi.
Ve Sayın Demirel; “11 Eylül 1980 ülke sıkıyönetimde. Ama anarşi ve terör had safhada oluyor da aynı terör nasıl oluyor da gece 24’den sonra duruyor?” diye soruyordu.
PKK DEVREYE GİRİYOR
Yıllardan beri ülkemiz üzerinde oynanan en alçakça oyunlardan biri, terör belası olmuştur. Bu kere terör daha bir organize ve daha büyük desteklerle gün yüzüne çıkartılıyor. Şimdi de Ülkemiz üzerindeki Sevr planlarından hiçbir zaman vazgeçmeyen emperyalist güçler, sık sık oynadıkları terör belası yine sahneye konmuş bulunmaktadır.
Bunlar taşeronları PKK terör örgütü eliyle ülkemizi istikrarsızlaştırmaya, milletimiz arasına nifak tohumları ekmeye çalıştılar. Bu yüzden binlerce yavrumuzu PKK terörüne kurban verdik. Yüreklerimize ateş, ocaklarımıza hüzün düştü. Bu ülkenin kalkınması, bu milletin refahı için harcanabilecek milyarlarca dolar, terör belası yüzünden heba oldu gitti.
BİR ANI VE ÖNEMLİ BİR TESPİT
O günlerde Güneydoğu bölgemizde görevli bulunan DSİ Diyarbakır Bölge Müdürü Yüksek Mühendis Recai Kutan beyin yaşayarak şahit olduğu bir olayı dinleyelim.
“Mardin’in İdil kazasına gitmiştim. Burası suyu, yolu ve hiçbir şeyi olmayan bir kaza. Affınıza sığınıyorum, hayvanlarla, insanlar aynı göletten su içiyorlardı. Türkiye’nin bile memur gönderemediği bir yer. Baktım “Bomboz” insanlar oralarda dolaşıyorlar. Biri kadın diğeri erkek iki bu kişinin kimler olduğunu öğrenmek istedim.
Kaymakam’a sordum; “Bunlar kimlerdir?” Kaymakam bey; “Amerikalılar” dedi. Amerika’dan gelmişler, Barış Gönüllüleriymiş(!) Oysa ortada savaş falan yok. İnsanlar bin yıldır orada huzur, barış ve kardeşlik içinde yaşıyorlar. Savaş olmayan yerde barış gönüllülerinin ne işi var? Bu cevap karşısında merakım iyice arttı.
Kaymakam’a; “Bunlar ne yapıyorlar burada?” diye sordum. Erkek olanı mezra mezra dolaşıp köylülere sözde tarım teknikleri öğretiyormuş. Kadın olanı da İngilizce hocası imiş.
Barış Gönüllüleri projesi Kennedy tarafından hazırlanmıştı. Türkiye’nin ABD ile 1962 yılında yaptığı ikili anlaşma sebebiyle Türkiye’ye 1962 – 1972 yılları arasında 10 yılda 1585 Barış Gönüllüsü gönderilmiş.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.