Tunahan Dağaşan

Tunahan Dağaşan

İnancın Gölgesinde

İnancın Gölgesinde

Geçmiş tecrübelerden, okumalardan, dostlarla hasbihallerden anlaşıldı ki, İnanç, İnanmak eylemi akıl ile kalbin belirli bir uyumunu esas alarak birbirine paralel gidiyor. İnanç, din kelimelerini nerede duyarsak duyalım incelenmesi, irdelenmesi gereken konunun akıl ile kalp olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Akıldan bağımsız bir inançtan söz edemeyeceğimiz gibi kalbe hitap etmeyen bir inançtan da söz etmek mümkün değildir.
Ve bu eksende temele alınacak konulardan birisi de insanın fıtratıdır.
Dinine bağlı, ibadetlerine düşkün pek çok arkadaşımın zamanla bazı şüpheler, aklı bulandıran konularla düşünüp içinden çıkamadığını ve deist olduğunu gördüm. Gene bazı dostlarımın ise hakikati arayış çabasından vazgeçmediğine şahit oldum. Onlar sorularına cevap ararken, verilen cevaplarla ikna olmadığı belli oluyordu, başka birisi ise verilen cevaplarla ikna olmuştu. Dolayısıyla ikna eşiği farklı faklıydı. İkna olmak istemesi de takliden yaşanan bir inancın belirli bazı meseleler yüzünden aklı bulandırmasıydı. Burada gerçeğin şu olduğunu anladım; bir insan şayet inanmayacaksa ne yaparsa yapsın ne ederse etsin ne cevap verilirse verilsin inanmayacaktı. Diğer bir tabirle hidayet kelimesini burada kullanıyoruz. Aklı almadığı için de kalben inancını sindiriyordu. Hakikat arayışlarına kayda değer büyük bir ölçüde saygı duyuyor takdir ediyordum. Vaktiyle bende bu süreçten geçtiğim için insanın tavsiye ve telkin edildiği gibi aklını kullanması gerektiği konusunda hemfikirdim.
Bu tarz konuları kestirip atmadan önce kendi bilgi birikim ve zekâmızı, aklımızın hududunu değerlendirmeliyiz. Bazı konularda "herkesin kendi aklı var" düşünsün konusuyla sınırlı değildi. Düşünce düşünen insanın yaşadıkları, bilgi birikimi, donanımına da içeriyordu. Sağlıklı sonuçlar çelişkili konularda salt akılla alınamıyordu.
Bilim ve düşünce dünyasından tanınmış zeki, aklını kullanan deistler ve ateistler çıktığı gibi, dinine ve inancına bağlı insanlarda çıkıyordu. Bu insanlar donatılmış bilgi ve birikimleri, fizik, kimya, biyoloji, tıp, matematik, astronomi gibi alanların birçoğuna hakimdi, buna rağmen bilim alanında bir çok alanda bilgi sahibi olmayan bir insanın hakikati araştıran bir insana zındık gözüyle bakıp değerlendirmesi abestir.
Dolayısıyla bir inancı aklımız ile incelerken aklımızın ölçüsünü ve hududunu, bilgi ve birikimimizin, zekâmızın da en önemli kriterler olduğu açıktı.
Şu bahsedilen bulunmak istenen “Hakikat” sadece akıl işi olsa, sadece okuma ve araştırma işi olsa bilim ve düşünce dünyasından Hakikat arayışına bağlı olarak ya herkes zındık olur, ya da herkes takva sahibi olurdu.
İnanç işi sadece gönül işi olsa idi akıl devre dışı kalsa idi mesele gene körü körüne tapınmak olurdu.
İnancı bulandıran, akla atılan tohumların yeşermesi şer haricinde gördüğüm kadarıyla kulaktan duyma bilgilere inanma, ehli olmayan hoca tayfasının din hakkında abuk sabuk konuşması, dini konuları açıklarken televizyon ya da youtubede, sosyal medyada şaklabanlık yapan lafta hocalar neticesinde gençler dinden soğuyor ve farkında olarak ya da olmayarak deizme doğru yöneliyordu. Deizm genç nesli başında dikilmişken hutbelerde ağaç sevgisinden bahsediliyor, diyanetin makam arabaları tartışılıyor, diş fırçalamanın orucu bozup bozmayacağı soruları soruluyordu. Diğer bir deyişle paçasına kurtlar yapışmışken ta uzaktan gelen kurtlara nişan alınıyordu. İnancın gölgesinde inançsızlık mantarı gitgide büyüyüp yayılıyordu. Ayni şekilde dinden soğutmak hoşgörüden mahrum bir radikallikten, ham softa kaba yobazların başkalarına bunu diretmesinden de kaynaklanıyor.
Bu karmaşık konuda şöyle düşündüm; herkesin fıtratı aynı değil, herkesin algılama gücü, iyiyi ve kötüyü ayırt etme vasfı farklı farklı... din temelinde oluşan ahlaki erdemler olmasa ve örnek olarak anlatılmasa, fakire sabırdan ve helal kazançtan, dertliye gene sabır ve duadan, tevekkülden bahsedilmese ve bütün bu değerlere inanılmasa, fakir her türlü hırsızlığı yapıp hapsi, dertli ise akıl hastanesini boylardı. Öldükten sonra dirilmenin ve mahşerin hesap gününün olmadığını varsayarsak, bir hiçliğe mahkûm olunur, yapılan eylemlerin çoğu hava da kalır, adaletsiz kalpsiz bir dünya izliyor olurduk. Her ne kadar vicdan bir yol gösterici olsa da temeli dinin değerlerine yaslanmayan bütüncül bir ahlak anlayışından bahsetmek mümkün değildir. Siz her ne kadar evrensel ahlaktan bahsederseniz bahsedin, siz herkes değilsiniz. Bunu böyle bilelim. Adaletsiz ve kalpsiz bir dünyadan bahsettik, gerçi İnanç varken de bu dünyayı bütün çıplaklığıyla izliyoruz
İçinde bulunduğumuz dünyaya bir bakın. Sizlere barışın, huzurun, güvenin, adaletin tam teşekküllü olduğu, insanların yüzlerinin güldüğü, birbirine saygı duyduğu hiçbir sorunun olmadığı bir dünyayı anlatmak isterdim. Kimileri buna katılmayıp benim düşüncemi olumsuz bir akış açısıyla değerlendirilebilir. Bu kişilere söyleyeceğim sıcak yatağınızdan kalkıp zulme uğrayın, üzerimize yağan bomba sesleriyle uyanın, her türlü haksızlığa, adaletsizliğe, kalleşlik ve kahpeliğe uğrayın, sonrasında sizde de ne bakış ne de açı kalacaktır. Sözün gelişine denilecek şey, " bize dokunmayan yılan bin yaşasındır". Çocukların üstüne bomba yağıyor, tartışılan konu Arap idi, Türk’tü, toprak satmaydı ve buna benzer zırvalıklardır. Hiç şüphesiz kişinin kendi başına gelse bu zırvaların hepsi kaybolacaktır, akla dahi gelmeyecektir. Sözgelimi kabadayı naraları atıladuruyor. “Yok şöyle yaparız, yok böyle yaparız” filan, bu palavra ve göz boyama ahkâmlarını bir kenara bırakın! Şimdi bütün bu zulümlerin adaletsizliklerin yasalarla dünyada karşılığı veriliyor mu? Elbette verilmiyor? Adalet nerde? Geç gelen adalet ne gibi bedeller ödetiyor.
İşte ilahi mizan... Öldükten sonra dirilmenin ve mazlumun zalimden alacağı intikamın yegâne teselli olması belki de bu dünyada insanın elini kana bulamasına, birbirlerinin gırtlağına çökmesine mâni oluyor. Şayet ilahi mizana inanılmasaydı ve hakkın bu dünyada teslim edileceğine inanılsaydı “iki elin yakada olması” deyimi bile olmazdı. Ve bu dünyada cezası verilmeyen, üstü örtülen, gizlenen zulüm ve haksızlıkların hangi fert diğer tarafta cezasının çekilmesini istemez. İnsan olarak hangi dine, ırka mensup olursa olsun kim zalimin ettiği yanında kalsın ve unutulup gitsin ister. Fıtrat olarak kendinize bu soruyu sorduğunuzda öteki tarafa inancın olmaması çelişkili bir durumdur. Ödül ve ceza, cennet ve cehennem kavramlarının ve inancının bu noktada fıtrat olarak daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. Bütün bu olanların bir bedeli, bir karşılığının olmaması akla aykırıdır.
Gelin görün ki yukarıda dile getirdiğimiz şu alçak dünyada acı düştüğü yeri sarıyordu. Şayet gerçekten inanılsa böyle mi olurdu?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Tunahan Dağaşan Arşivi