Dünya İçin Sızlanmak Kıymetsizdir
İnsanların dünya sevgisi bugün haddi aşar boyuttadır. Herkes kendi imkanları ölçüsünde olan şeylere erişmeli ama onlara erişirken de israfı gözetmelidir. Fakat böylesi bir denge ölçüsüne uymayı bırakın insanlar artık bugün kendilerini aşan, imkanlarını zorlayan istekleri yüzünden maddi şeyler adına yok yere kendilerine sıkıntı ve üzüntüye sokabiliyorlar. Cenâb-ı Hak dünyâda vâr ettiği her şeyi insanlar için yaratmıştır. Onlardan elbette faydalanılacaktır. Ancak bu iş îtidal ölçüsünde, helal dâirede, israf etmeden, haddi aşmadan, aşırıya kaçmadan olmalı değil mi? Bunun tersini yaptığınızda bireylerde sıkıntı ve huzursuzluklar eksik olmaz, yüreklerde elem ve üzüntü bitmez. Âhiret hesâbı düşünülmeden hiç ölmeyecekmiş gibi devamlı dünyâya sarılmak asla doğru değildir.
Bu konuda son derece mütevâzi bir hayat yaşayan peygamberimiz aleyhisselam; ‘Dünya sevgisi her çeşit hatâlı davranışların başıdır. Bir şeye olan aşırı sevgin, seni kör ve sağır yapar.’ (1) Buyuruyorlar. Yâni dünyâyı sevenin gözü başka şey görmez. Hep onu düşünür, onu hayaller ve hep ona ulaşmayı arzular. Bu şekilde kişide az da olsa ahret sevgisi varsa diğer sevgi ağır basar ve ahret ikinci plana düşer hatta gün gelir kişinin yüreğinden âhiret sevgisi iyice silinir, gider. Halbuki kulların katında dünyânın değer ölçüsünü göstermek için sevgili Peygamberimiz aleyhisselam şu misâli verir; ‘Eğer dünya, Cenâb-ı Hak katında sivri sineğin kanadı kadar değer taşısaydı tek bir îmansıza ondan bir damla içirmezdi.’ (2) O halde Allah (c.c) katında bu denli değersiz bir şey için nedir bu tasa? Bunca kaygı, üzüntü?
Sahabe efendilerimizin günlerce yiyecek bulamayıp aç dolaştıkları olurdu. Şimdi sofralarda yok yok yine de insanlar memnun değil yâhut olanı beğenmemezlik yapıyorlar. Hatta ekonomik durumu iyi ailelerden yetişen çocuklar ve gençler çeşit çeşit yemeklere bahâne bularak; ‘Bu da yenir mi?’ ya da ‘Benim canım bunları istemiyor?’ diyerek aşırıya kaçarak şımarıklık ediyorlar. Anneler çocuklarına yemek beğendiremiyor. Beyler hanımlarına kıyafet beğendiremiyor, ev ve eşya beğendiremiyor. Şimdilerde herkes birbirleriyle ‘giyimde, eşyâda, ev konforunda’ yarışıyor. Ve bu zincirleme böylece devam edip gidiyor… Oysa dünyâya mahkum değil hâkim olmalıyız ve ona tapar derecesinde gönül bağlamamalıyız bu insanı helâke götürür.
Aslında bugün yaşananlar, dünün tekrarından ibârettir. Geçmişte Musa aleyhisselâm’ın kavminden Kârun isimli bir kişi vardı ki, onun hazinelerinin sâdece anahtarlarını taşımakta insanlar güçlük çekerdi. O hep kendi bilgisinin neticesinde serveti olduğuyla böbürlenir ve şımarırdı. Sonunda o, helâk oldu. “Kârun Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı taşkınlık/şımarıklık etti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak, güçlü-kuvvetli bir topluluğa dahi zor geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımarıkları sevmez.’ Allâh’ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara, dünyâdan da nasibini unutma. Allâh’ın sana lütufkâr olduğu gibi sen de lütufkâr ol, yeryüzünde fesat isteme, çünkü Allah fesatçıları sevmez. O dedi ki: ‘Bu servet bana, bendeki bir bilgi sâyesinde verildi.’ Peki, o bilmedi mi ki Allah, önceki nesiller içinden ondan daha güçlü, sayıca da daha çok olanları bile helâk etmiştir. Günahlarının ne olduğu günahkârlardan sorulmaz. Kârun, süsü-püsü içinde toplumun önüne çıktı. Dünya hayâtını isteyenler dediler ki: ‘Keşke Kârun’a verilenin bir benzeri de bize verilseydi. O, cidden çok şanslı biri.’ İlim verilenler ise şöyle dediler: ‘Yuh size, îmân eden ve sâlih amel işleyen kimseye Allâh’ın vereceği karşılık daha hayırlıdır. Fakat buna yalnızca sabredenler kavuşturulur. Nihâyet, Kârun’u da sarayını da yere geçirdik. Allâh’a karşı kendisine yardım edecek yandaşları da yoktu. Kendi kendisine yardım edebileceklerden de değildi. Akşam onun yerinde olmayı isteyenler, sabah şöyle demeye başladılar: ‘Vay be! Demek, Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor, dilediğine de kısıyor. Allah bize lütufta bulunmasaydı, vallâhi bizi de batırmıştı. Demek ki kâfirler asla iflâh olmazlar.” (3)
İnsanlardaki dünyevileşme hâdisesi eskiden beri devam eden bir vâkıadır. Geçmişte İsrâiloğullarını Yahudileştiren dünyevileşme duygusuydu. Musa aleyhisselam Rabb’isiyle görüşmeye gittiğinde kavmi peygamberin yokluğunu fırsat bilerek altından yaptıkları buzağıya yâni altın bir heykele tapmaya başladılar. Bir heykele, altına, puta tapınma, onu ilah edinme dün de vardı bugünde var. Altından buzağı heykelinin yerini bugün irili ufaklı başka şeyler almış durumdadır. İşte tam böylesi bir kör noktada din insanlara yardım eder, doğruyu hatırlatır, nasihatler verir. İnsanları daldıkları gaflet uykusundan uyandırır. Yine din insanları uyarırır, Hakk’a çağırır, dünyâya aşırı bağlanmaktan sakındırır, ölçüler koyar. Her insan bu ölçülere muhtaçtır. Aksi takdirde insanlar hislerinin, arzu ve isteklerinin tuzağına düşer, onlara boyun eğerler. İnsanın istekleri bitmez, arzularının sonu gelmez. İstekler dizginlenemezse o dilekler insanı helâke kadar götürür. Bu sebeple nefsin her dünyevî isteğine ‘evet’ denmemelidir. Bu insan için tehlikeli bir durumdur.
Düşünen ve akıllı olan insan kendi duygularını frenlemesini bilmeli dünyevî şeylere aşırı meyletmemeli onlar için boşa kendini üzmemelidir. Mevla eğer isteseydi ona o istediğini zâten verirdi. Vermediyse demek ki vermemesi onun için daha hayırlıdır. İnsan illâ da isteğine ulaşamadığı için kendini hırpalamamalı beyhûde yorulmamalıdır. Cenâbı Hak vermek isterse verir, vermek istemezse o kişi ne yapsa da ne kadar emek etse de ne kadar dövünse de vermez. Peki, niye vermez? Çünkü o şey onun için hayırlı değildir de onun için vermez. Ağlamak, üzülmek boşa sıhhati yıpratmaktır. Dünyevî şeyler için sızlanmak kıymetsizdir. Allâhu Zül Celal herkese ne vermek istediyse ilâhi taksimde onu vermiştir. Kişinin bunda kendi kârı yoktur. Her işin en doğrusunu yalnızca yüce Allah (c.c) bilir.
--------------------
1) Ebû Dâvud, Edep 125
2) Tirmîzi, Zühd 14, Hadis No: 2323
3) Kasas, 76-82
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.