Altın Çağ
Bir araya gelip, toplanarak, uzlaşarak ve birleşerek ‘bir olmayı’ değil; koparak, uzaklaşarak, ayrılarak ve ayrışarak bireyselleşmeyi kutsuyor, yüceltiyor, övüyor ve öğrenip öğretiyoruz şimdi. Bireysellik, en yüce devlet… Egonun altın çağını yaşıyoruz, diyeceğim geliyor da, bu cümle daha önceden bir başkası tarafından kurulmuş muydu diye şüphedeyim. Eğer öyleyse, hakkını helal etsin o kişi ama tam olarak altına imzamı atacağım bir tespit bu: evet, gerçekten de egonun altın çağındayız şimdi çünkü.
Bir araya gelip, öylece kalıp bulunabilme adına yapılan fedakarlıklar, özveriler ve güzel ahlaka dair tüm o ince davranışlar, er geç -çoğunlukla tez vakitte- çıkarılıp ortaya getirilecek ve adeta yüze vurulacak malzemeler olarak bekletiliyor, failinin dilinin altındaki baklalar gibi. Her türlü iletişim ve ilişki, o şekilde ‘yürütülüyor’. Fakat, birlik uğruna yapılan tüm o birleştirici eylemler ve güzel işler, şayet gönülden yapılsaydı, muhakkak ki hiçbir zaman dilin ucuna dahi getirilmezdi. Gönül, hesap tutmaz çünkü; o öyle yüce gönüllüdür, adı üzerinde. Halbuki gönülle değil de beyinle yapılan işlerde, mutlaka bir menfaat hesabı, ya da, en masumundan olsa da, bilinçsizce umulan bir beklenti oluyor. “Meğer malzemeymiş, beklentiymiş hepsi” diyorsunuz sonra.
Etraf da boş durmuyor ki hem zaten! Sürekli bir bilgi tasallutu var, internet videolarının arasına bile artık çokça serpiştirilen reklamlar gibi… Şu X, Y, Z nesilleri filan geliyor aklınıza. Hep söylüyorlar ya. İnsanlığın her nesilde geçirdiği ve ne yazık ki kuşak kuşak egoya bulandığı evrimler ve nefsani devrimler… Bu gidişat, daha nereye varır diye, tutup da tüm insanlık adına mı endişelenseniz, yoksa, yalnızca kendi evinizin önünü mü süpürseniz, bilemiyorsunuz.
Hayır demeyi bilmek, kendini geliştirip donatmak, bilhassa da o pek kıymetli zamanı kendine ayırmak gibi öğretiler, kişisel gelişim ismi altındaki amentüler olarak, yüksek bir debi ve harlı bir ateşle pompalanıyor, dimağlara. Bilinçlerin altları ve üstleri, bu bireyselcilik telkinleriyle sıvanıp bulanıyor. Şifre sözcük, ‘kendiniz’ olduktan sonra, içinde bu kelime geçen her cümle de, bir esas haline dönüşüyor, sonra. Benlik dünyasına kapı aralayan anahtarlar gibi. Komşusu açken tok yatmakta bile bir sakınca görülmüyor artık hem, daha ne diyeyim?! Müslüman mahallelerinde salyangozlar satılıyor da, çam ağaçlarına suni gündemler iliştiriliyor, her Aralık sonlarında. Ne acı… Oysa, evin içindeki kütüphane raflarına kadar gelip giren kitaplardaki öz(süz) deyişler ve sosyal medyanın en gözde ve reytingli alıntıları haline dönen, kendi’yi, egoyu ve nefsi kutsama ‘aforizmaları’nı okuyup ezberlemek, en kallavi ritüel haline dönüyor, kişisel gelişme bahislerindeki. Nefs kelimesini, yani o dini atıflı sözcüğü de, gayet istemli olarak yazıyorum ki, eğri oturup doğru konuşalım: ego demek, nefs demektir, evet. Üzgünüm ama tam karşılık, budur yani. Hani o ‘hayır demelerin’ ve her türlü ayrıksılık ve bencillik telkinlerinin besleyip semirttiği… Bildiniz onu, değil mi? Bildiniz, bildiniz. Nefsin altın çağı!
Halbuki, birinci tekil şahıs zamirinden, birinci çoğula geçtiğimizde; ben’den biz’e doğru yönelip yükseldiğimizde -evet, yükselmek- tüm o kişisel gelişim dayatılarını -evet, dayatı- toplumsal kalkınma öğretileriyle yer değiştirdiğimizde… İşte o zaman, insanlığın altın devrini yaşayacağız, sanırım. Müslüman mahallelerinde de, üzeri, sözüm ona nurlu bir ambalajla kaplanıp parlatılmış salyangozlar satılmayacak hem, böylece!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.