Meğer...
Bazı kelimelerin eli kolu bağlı. Açılımsız. Hatta bazıları baştan aşağıya birer düğüm gibi. Çözümsüz. Yine de öyle ve tam kalpten yakalayıp çekiyorlar ki kendilerine… Bunlardan ikisi takıldı aklıma. ‘Artık’ ve ‘meğer’ sözcükleri takıldı.
‘Artık’ ın, zamanı, önce ve sonra diye bir bıçak gibi kesip ikiye ayıran bir özelliği var, örneğin. Belli ki, ‘artık’ hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. ‘Bundan sonra’ ya bağlanacak ve eklenecek yepyeni oluşumlara bir gebelik söz konusudur yani. Doğum yaparken can veren bir ana gibi, ‘artık’ da yok olurken, ‘yeni’yi doğuracaktır. Hayırlı evlatlar, güzel bir gelecek ve sürprizler umulur tabi, bu noktadan sonra. Açılımsız demiştim ya en başta, geçmişten gelen her ne varsa, onların mutlak bir şekilde sonlanmasını kastetmiştim, eğer ortada bir ‘artık’ varsa. Eskiye tüm yolları katiyyen kapatan, geçmişin geçmişte kalmasını ve bugünün içinde nefes almamasını sağlayan bir ‘artık’ duyulunca, orada ‘çat!’ diye kapatılmış bir kapı sesi vardır, bir de. Mutlaka duyarsınız.
‘Meğer’ ise, hüsran kokar, her daim. Aldanmışlığın ve aldatılmışlığın acı lokmasının ağızda bıraktığı o kekremsi tat vardır, içinden bir ‘meğer’ çıkan ağızda. Çözümsüz… Geçmişe dönememenin, dönüp de tüm bunları değiştirememenin, insanın elini kolunu bağlaması ve verdiği çözümsüzlük hissi… Hayal kırıklığı demek yerine, hüsran kelimesinin kullanımını tercih etmek, sanki daha güçlü bir anlam veriyor cümleye bu arada, değil mi? Güçlü anlamlar da, ifade edebilmiş olmanın hafifliğini ve rahatlığını yaşatıyor insana. Neyse. Hüsran dedim ben de, bu sebepten. ‘Meğer’e arka çıkarken daha güçlü durabilmek için. Zayıftır çünkü bu kelime, zayıflıktır. Geçmişe dönememenin imkansızlığı ve pişmanlıklar, insanı en fazla zayıflatan hatta zaafiyete uğratan şeylerden değil midir, zaten? Öyledir.
Dil denen organın kaypaklığını ve her yöne dönekliğini, insanın konuşabilme yetisinin de başlı başına bir afet olduğunu düşünegelmişimdir, aslında. Bunu söylemişimdir. Lakin kaide bozmayan istisnalar var. İnsanla ilgili hiçbir kuralın çok katı ve değişken olma gibi bir lüksü de yok. İşte, söz ve konuşma da bazen gerçekten kulak verilmesi, dikkat kesilinmesi hatta normal bir kulak da değil, can kulağıyla dinlenilip duyulması gereken şeyler olabiliyor. Örneğin, içinden ‘artık’ çıkan ağıza dikkat edin. Ortada, sonradan oluşan bir farkındalık ve belki hayret vardır. Ki bu hayretin de yüzü, hüsrana dönüktür, yine. Belli ki, değişim gelip çatmıştır, öyle ya da böyle. ‘Artık’ meydan okuyan gözü kara bir devrimcidir, yani. Artık… O üç nokta ne şekillerde dolar, bilemem artık. Doğum yapan bu sancılı sözcük, bundan sonraki yeniliklere yol verirken, kendini imha edecektir, işte o sırada can veren ana örneğinde de bahsettiğim gibi.
Ve, ‘meğer’ demek için dönmüş olan dile dönmeli yine, tüm dikkatiniz ve kalbiniz. Hüsran kokan cümlelere karşı da burnunuzu tıkasanız bile, o kokuyu kalbinizle duyarsınız zaten. O hüzünden ve hezimetten kaçış yoktur. Düşünsenize. “Meğer!” deniyor orada, ağız ve yürek dolusu. Kim bilir ne türlü bir ihanet yaşanmış artık…
‘Dokunan’ kelimelerin içinden, bu ikisini seçtim, bu haftalık. Belki sonra yine devam edip dokundururuz, dokundukça.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.