Ey Sevgili!
[naat]
Allah’a hamd ile senâdan sonra ey Nebî,
Sana selâm ile başlanır söze Efendim!
“Salli ale’l-habîb” ikazı gelir ey Nebî,
Allah’ın sevgili Peygamberisin Efendim!
Seni muştulamıştı bir zaman ebabiller,
Kokunu alıp durmuştu ordudaki filler,
Gelmekte olduğunu bilmezdi Ebreheler,
Bozguna uğratılmıştı siccîl’le zalimler!
Kasvetle dolmuştu yürekler, şefkat hapiste,
Oklarla vurulmuş hürriyet, garipler yasta,
Olmuştu insanlık o gün çöller kadar susuz,
Gündüzler hicran yüklü, gecelerse uykusuz…
Ne gül kalmıştı ve ne de gülşen yeryüzünde,
Bülbüller çekilmiş, baykuşlar işbaşında,
Bir yanda ağlarken Mescid-i Aksâ uzakta,
Hüzün dolu bulutlar dolaşırdı Kâbe’de!
Arş-ı A’lâ’da tavaf edilip Beyt-i Ma’mur,
Fısıldardı melekler, ne zaman inecek Nûr!
* * *
Sen nûru idin alnında baban Abdullah’ın,
Duâsı olmuştun, göz nûruydun Amine’nin,
Muhammed koymuştu adını Abdulmuttalib,
Yerde insanlar, gökte melekler sana talib…
Benî Sa’d’a varmıştı nûrunun aydınlığı,
Olmuştun, Halîmelerin bereket kaynağı,
Nice güzellikler vardı bahar ve yazında,
Melekler koşuyordu önünde ve ardında.
Yağmurlar dursa, götürürdü duâya deden,
Senin hürmetine inerdi, yağmurlar gökten,
Bahîra’nın bulutu muydu rahmetler taşıyan,
Bazen yağmurlara durup, bazen gölge olan!
Bekliyordu seni gökler, çatlayan topraklar,
Seninle hayat bulacaktı sa’ylar, tavaflar!
“Muhammedü’l-Emîn” denilerek şöhret buldun,
Hayrandı insanlar sana, güleçti hep yüzün.
Hazırlanıyordu gökler bir büyük dâvâya,
Selâm duruyordu gökkuşağı coşkusuyla…
Müjdeler getirmişti Cibrîl kanatlarıyla,
Nûra kavuşacaktı insanlık, “İkra’sıyla…
En seçkin hasletleri topladın üzerinde,
Alınacak çok şey var bize örnekliğinde.
“Şüphesiz yüksek ahlâk üzeresin” dedi Hakk,
Hem gönülden inandık, tasdîk eyledik el-hâk!
Gecelere İsrâ oldun, gündüzlere Mi’rac,
Getirdin bizlere namaz, zekât, oruç ve hacc!
* * *
Şimdi dolu dolu geçiyor artık günlerim,
Zira doğduğun belden mükerrem Mekke’deyim.
Âdem’in ve İbrahim’in hatıraları yüklü,
Hacer-i Esved ki, sanki olmuş binler kanatlı.
İşte doğduğun mekân, şu da yalvardığın dağ,
Safa tepesi oldu, Hakkı açtığın otağ…
Nasıl inansınlardı ki sırtı kamburlular,
Dönen gözleriyle beşareti reddettiler.
Bir emir almıştın sen Âlemlerin Rabbinden,
İlâhî bir vazifeydi bu, Allah’tan gelen.
Verselerdi sağına güneş, soluna ayı,
Bitirmeyecekti böylesine bir sevdayı.
İbrahimî çağrının devamıydı işte bu,
Nesl-i Âdem’in yeniden dirilişiydi bu.
Hakîkat pınarları böyle çağlamamıştı,
Bilâller ve Ammarlar bu manâya yanmıştı.
Diriliş başlıyordu Mus’ablar, Yasirlerde,
Tomurcuklar patlıyordu nice gönüllerde…
Cennet kokuları geliyordu Hamzalara,
Koşuyorlardı, Nûr yurdu Dâru’l-Erkamlara!
Sert zincirleri kırılıyordu Ömerlerin,
Sarsıntısı geliyordu Ebû Cehillerin.
Aralanan perdeler nurlarla doluyordu,
Seni gören gözler, sonsuzluğa koşuyordu.
Gözetliyordu bunları Safâlar, Merveler,
Ve Beytullah ki, lisanında nice duâlar.
Seni tutmak, seni öldürmek, daha niceler,
Şeytanın bin bir tuzağını hep denediler.
Seni durdurmak nasıl mümkündü ki Efendim,
Gözyaşlarımla âdeta seni seyrederim.
Utanıyorum bin defa şu durgun halimden,
Bir eser mi var sanki senin ümmetliğinden!
Hüzün yılları yaşamıştın acılar dolu,
Kaybetmiştin Hatice Anne, Ebû Tâlib’i.
O Hatice Annem, nasıl da sevmişti seni,
Yoluna fedâ etmişti, olan her şeyini.
* * *
Çatlıyordu cehaletin tünelleri bir bir,
Yıkılmalıydı put ve putçular; vardı tek BİR!
Tevhidin sadâları ulaşmalıydı Yesrib’e,
Artık kavuşmalıydı yepyeni bir iklime!
Doğum sancılarıyla kıvranıyordu Mekke,
Filizlenip başağa duracaktı Akabe.
Evet, artık Mekke taşmalıydı dışarıya,
İhtiyacı vardı insanlığın bu mânâya...
* * *
Şimdi Sevr ağırlıyordu Seni Ey Sevgili,
Sadakatle yapmak istiyordu görevini.
Ağ örüyordu Ebû Cehil’e örümcekler,
Taşıyacaktı muştunu uçan güvercinler.
Sabır dolu bir aşkla bekliyordu yılanlar,
Nefsini kuma gömüp kurtulan Sürâkâlar…
Ayrılık zamanıydı doğum yerin Mekke’den,
Uzak kalacaktın Allah’ın Evi Kâbe’den.
Hüzünlenmiştin, dönüp defalarca bakmıştın,
“Ey Mekke!” demiştin, “çıkarmasalardı senden…”
İkinin ikincisiyle düştünüz yollara,
Naz, niyâz, duâ ve sabırla Hicret Yurduna.
Koşanlar vardı ardınızdan Süheyb ve Ali,
Yollara düşmüş, seni bekliyordu ahali!
Kur’an çağıltısı olmuştu onlara Mus’ab,
Sen Ey Sevgili, seninle dolacaktı mihrâb!
Bir Gül’le gülecek, vahyalacaktı Yesribler,
En güzel çağrıları yapacaktı Bilâller!
Saçılacaktı Kur’an’ın nûru o mekândan,
Niceleri geçecekti anadan ve yârdan.
Üzerlerine bir ay doğmuştu tâ göklerden,
Uçuyordu çocuklar ve analar sevinçten.
Gülmüştü yüzler sana kavuşunca sevgiyle,
Soruyordun, “Beni seviyor musunuz?” diye.
Sevilmez misin sen, Sevgili’nin Sevgilisi,
Yer ve göklerin, sensin şüphesiz tek incisi…
Artık nidâlar yükseliyordu her tepeden,
Sevinçler geliyordu seni duyan herkesten.
Kuba’yla atılmıştı takvânın temelleri,
Bitmişti, Abdullah bin Ubey’in emelleri.
Seçkin mekân arıyordu gözleri Kasvâ’nın,
Kalbi duracaktı sanki Eyyûb el-Ensâr’ın.
Gücenmek ne mümkündü ki böyle bir seçime,
Ne denirdi Sehl ile Süheyl’in kısmetine…
Kardeşliğe koşturdun Ensar’la Muhaciri,
Sevgiyle kucaklaştırdın Evs ile Hazreci.
Dirilişin kesin ispatı oldu Bedirler,
Bazen de sancılarıydı, Uhud ve Hendekler…
Kabuğunu kırarak genişlemekti Hicret,
Mekke’nin fethiyle anlaşılmıştı bu hikmet.
* * *
Bir inkılâp yapmıştın ki insanlık adına,
Dünya durdukça hayran kalacaktı bunlara!
Vedalar ederken ashabına Arafat’ta,
En güzel çağrıları yaptın Veda Haccı’nda.
Taptaze şekilde duruyor Evrensel Çağrın,
Çaresidir şüphesiz, şu kanserleşmiş çağın.
Ebediyete uzanan çağrında Ey Rasûl,
Bir nefes de biz olsaydık, ya Ekreme’r-Rusûl!
Şimdi bin hasretle bekliyoruz yollarını,
Özlüyoruz hayat bahşeden o yıllarını…
Gel Ey Sevgili gel, nûrunla gel insanlığa,
İhtiyacı var köhne dünyanın mutluluğa!
Sana salât ve selâm, seninledir Hakk’a râm,
Senin vesilenle gelecek Efendim, ikram!
“Vemâ erselnâke” hitabıdır benim dâvâm,
Senindir Vesîle, sanadır en yüksek makam!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.