Muzaffer Dereli

Muzaffer Dereli

ELBİSEN ÜTÜLÜ MÜ?

ELBİSEN ÜTÜLÜ MÜ?

Elbisesini yeni giyinmişti. Doğrusu kendisine pek yakışmıştı. Çok da hoşuna gidiyordu. Güzel olmuştu.

Eh yakışıklı da idi hani. Bunu da yabana atmamak lâzımdı. Hani ne demişler:

-“Güzele kepenek de yakışır.”

Bazen mi, hayır, hayır çoğu zaman bakardı aynaya ve beğenirdi kendini. Her şeyi yerli yerinceydi. Bununla gurur duymalıydı.

Varlığı da vardı tabii. Bu da yabana atılmamalıydı.

-“Babanın değil mi?” diye sordu içinden bir ses.

-Olsun, ne çıkar bundan? Sonuçta babamın malı benim değil mi? Yer, içer, gezer, eğlenirim. Nasıl olsa babam buna razı ve:

-“Gençliğini yaşa oğlum” demiyor mu?

Bir daha mı geleceğim bu dünyaya? En iyisi kavuşmalıyım bütün arzularıma.

Artık bütün hazırlıkları tamamdı. Çıkmalıydı dışarıya. Hem Sevil’i de fazla bekletmemeliydi.

İçi “cız” etti birden. Bakalım o nasıl giyinmişti? Ama ona beğendirmeliydi kendisini.

* * *

Kapıyı açtı ve dışarı attı adımını.

Ama pişman olmuştu birden.

Çünkü yan taraftan bir ses duymuştu.

-“Eyvah!” dedi. Bu Faruk’tur. Keşke ona yakalanmasaydım. Şimdi beni yine camiye davet edecek. Ezanlar da okunmak üzere.

Ama geri dönemezdi. Çıktı ve kapıyı kapattı. Evet, doğruydu. Faruk’tu bu. Hiç hoşlanmamıştı bundan. Şimdi selâm da verecekti. Yanılmamıştı:

-Selâmün Aleyküm Vedat!

Biraz durakladı ama çare yoktu:

-Aleyküm selâm Faruk!

-Nereye gidiyorsun?

-Şey...  Çarşıya!..

-İstersen gel önce camiye gidelim, sonra da oradan geçersin.

-Bilmem ki!

-Niye Vedat? Sen bunun yabancısı değilsin ki! Çocukluğumuzda beraber gitmez miydik?

-Evet!

-Ya şimdi? Ne zaman davet etsem bir bahane buluyorsun. Haydi nazlanma.

-Sen git Faruk teşekkür ederim.

-Önce Allah’a teşekkür etmelisin Vedat. Bak ne güzel giyinmişsin. Bütün bunları, sağlığı ve güzelliği sana O vermedi mi?

-Öyle ama!

-Aması ne?

-Daha yeni giyindim. Hem elbisem de ütülü.

Faruk kavramıştı meseleyi.

-“Haa” dedi. “Sen diyorsun ki elbisemin ütüsü bozulur. Makyajım boşa gider.

Vedat başını yere eğmişti. Faruk devam etti:

-Vedatcığım, sen kendine yazık ediyorsun. Senin için üzülüyorum. Bil ki bir gün seni camiye getirecekler. Ama o zaman iş işten çoktan geçmiş olacak. Ne olur aklını başına al da, onlar getirmeden sen gel!

Ezan sesleri gelmeye başlamıştı bu arada. Faruk devam etti:

-Haydi, iyi akşamlar! Dediklerimi unutma!

* * *

Vedat, bindiği arabasıyla yol alırken Faruk’un dediklerini düşünüyordu.

O, iyi bir çocuktu. Beraber büyümüşlerdi. Oyunlar oynamışlar, yarışlar yapmışlardı. Bazen de çocukluk hâliyle kavga etmişlerdi. Ama o daha uyumluydu. Hattâ yaz tatilinde hocaya ve camiye de gitmişlerdi.

Sonra Faruk iyi bir tahsil yapmıştı. Yanlış bir işi yoktu. Düzenli bir hayatı vardı. İbadetini de aksatmazdı.

-Neyse boş ver bunları, dedi. İşte geldim bile. Hem Sevil de gelmiş, diye mırıldandı.

Hayatını yaşamalıydı. Faruk desin dursundu. Zaten fazla oluyordu. Çoğu zaman bir şeyler söylüyor, “camiye, namaza” deyip duruyordu.

-Ona neydi canım namazından? Kırmalıydı aslında onu. Çıkışmalıydı. Bak o zaman bir şey diyebilir miydi?..

* * *

Evet, dün hiç de fena olmamıştı. Güzel anlar geçirmişlerdi Sevil ile. Bugün erken çıkmalıydı evden. Yapılması gereken işleri vardı. Ama Faruk’a asla yakalanmamalıydı. Şimdi gene bir şeyler diyebilirdi.

Birden aklına geldi. Evet, bir zaman da şöyle demişti:

-Vedat kardeşim! Bakıyorum erkenden çıkıyorsun.

-Evet, yapılması gereken işlerim var.

-Güzel, tabii çıkmalı ve yapmalısın. Çalışmalısın. Ama sadece dünyaya mı? Ya âhiret hayatın ne olacak? Biliyorsun ki bu dünya hayatına imtihan olmak için gönderildik. Burası fânî… Asıl hayat ise âhiret hayatıdır. Orayı da ihmal etmemelisin.

-O da olur bir gün, deyince de:

-Bir gün. O bir güne çıkacağını biliyor musun? Ölüm ne zaman haberin var mı?

-Faruk, daha önümüzde çok yıllar var. Genciz.

-Hayır, öyle düşünme kardeşim. Bunu söyleten şeytandır. Hiçbirimiz yarına sağ olarak çıkacağımızı biliyor muyuz?

-Hayır, bilmiyoruz.

-O halde niçin öyle söylüyorsun? Nice gençler, güçlüler, varlıklılar gitmiyor mu aniden? Sabah evinden sağlam ve diri çıkıyor, akşama cenazesi geliyor. Belki daha da erken. Öyle değil mi?

Evet, Faruk böyleydi. Nasîhat eder dururdu.

-Neyse, boşveer. Ben de amma taktım ha!...

* * *

Hele ki Faruk’a yakalanmadan çıkmıştı bugün evden. İşine hızlı başlamıştı. Ama o gün başka birisine yakalanacağını ne bilsindi! Evet, o davetsiz misafir, kimsenin hoşuna gitmese de kendisine bildirilen saatte orada olurdu.

Takdir o gün Vedat’a imiş meğer...

* * *

Faruk bugün biraz erken dönmüştü işinden. Biraz da yorgunluk ve sıkkınlık hissediyordu kendisinde. Bu hâliyle doğruca eve giderse belki de uyuyakalacak ve ikindi namazı gecikecekti. Biraz vakit vardı, ama olsundu. Caminin yanında bir miktar oturur ve dinlenirdi. Hoca Efendi gelirse onunla sohbet de ederdi.

Camiye doğru yaklaşmıştı. Bir kalabalık gördü:

-Hayırdır inşaallah! Bir cenaze mi var acaba?

Biraz da heyecanla ilerledi. Evet doğruydu:

-Bunlar bizim mahalleli. Hem şu adam, evet, evet Vedat’ın babası değil mi? Pek gelmezdi buralara ama... Bunlar da komşular, cami cemaati. Kim ola ki acaba? İşte cenaze de musalla taşında.

Yakınına gelen bir tanıdığa sordu:

-Kimdir vefat eden?

Adam eliyle göstererek:

-Cahit Bey’in oğluymuş!

Birden sendeler gibi oldu Faruk. Sararmıştı. Bir şey diyemedi. Adam durumu farketti. Eliyle müdahale ederek:

-Ne oldu Faruk sana? Kendine gel!

-“Aman Allah’ım! Vedat mı?”  diyebildi.

-İsmini bilmiyorum. Başka oğlu var mıydı?

-Hayır!

-Öyleyse o...

Adam Faruk’u bırakmadı. Hemen oturttu. Şadırvana koştu. İki avucuna doldurduğu suyu yüzüne çarptı. Sonra da:

-Kendine gel Faruk! Tanıyor muydun onu?

Faruk üzgündü:

-Evet, çocukluk arkadaşımdı, dedi.

Bu arada gözleri Cahit Bey’e kaydı:

-Adam perîşan olmuş, diyebildi.

Biraz dinlendi. Azıcık kendine gelmişti. Dalmıştı gözleri. Musalla taşındaki cenazeye bakakalmıştı. Mırıldandığının farkında bile değildi:

-Ey kardeşim Vedat! Şimdi sana giydirilen elbise ütülü mü? Saçların taralı mı? Ayakkabıların var mı? Boyalı mı? Seni bir bekleyenin var mı?

Düğmelerin yok ki, ilikli mi diye sorayım! Gömleğinin yakası yok ki, kırışmış mı, diyeyim?

Aaah Vedat’çığım! Sana söylediklerimi tutsaydın ne olurdu? Hani daha çok vaktin vardı? Hani gençtin, yakışıklıydın, varlıklıydın? Nereye gitti bütün bunlar? Seni insanlar getirmeden, gel demedim mi?

 -“Hey dünya hey! Kime yar oluyorsun ki? Keşke sana aldanmasak!”

 

Deminden beri kendisini dinleyen adam onu dürttü:

-Heey Faruk! Neler söylüyorsun? Kendinde misin?

Faruk akan gözyaşlarını silerken ayağa kalktı ve:

-Evet, evet iyiyim. Şimdi Cahit Bey’in yanına gitmeliyim, diyerek yürüdü.

Adam arkasından bakarken, kim bilir neler düşünüyordu.

* * *

Faruk’u gören Cahit Bey, boynuna atılarak bir daha başlamıştı ağlamağa. Kolay değildi bu acıya dayanmak... Faruk da ağlıyordu onunla beraber. Bir yandan da teselli edici sözler bulmaya çalışıyordu ona.

İşte insanoğlunun sonu diyordu içinden de. Nesine sevinmeliydi ki insan şu dünyanın? Ancak güzel ameller götürmüşse o başkaydı.

O halde kişi, gaflete düşmemeli, Allah ve Rasûl’ünün yolunda olmalıydı...

* * *

Ne kadar da sevilse, durduramıyorlardı ölüm gelince insanı. İşte, Vedat da, geldiği gibi yeniden dönmüştü toprağa... Görev tamamlandığı zaman Faruk nefsine döndü:

-Ey Nefsim! Sen hazır mısın toprağa?..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Muzaffer Dereli Arşivi