Kriz, Geliyorum Demişti
Küresel ekonomik kriz (3)
Hükümetler, iç ve dış borçlarını ödeyebilmek için üretimi ve imalatı artırmak, ihracatı geliştirmek gibi “çalışarak terleme gerektiren” işlerde fikri ve programı yoksa işin kolayına gitmekte mal ve hizmetlere yeni zamlar koymak, yeni vergi kanunları çıkartmak veya vergi oranlarını artırmak gibi icraatlar yapmaktadırlar.
Hâlbuki vergi, adalet açısından mali gücü olanların yani zenginlerin ödemesi, halkın, fakir ve fukaranın ödememesi gereken ödemeler olması icap ederdi. Düşüne biliyor musunuz? İşçilere ödenen “Asgari ücret” ten bile vergi alınıyorsa siz varın halkın ödediği vergileri hesap edin. Asgari ücret tabiri ile dört kişilik bir ailenin bu rakamdan daha aşağı bir ücretle geçinemeyeceği baştan kabul edildiği halde, o rakamdan bir de vergi alınması, ülke idaresindekilerin nasıl bir kafa yapısına sahip olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Zengin ve varlıklı insanların vergi ödemesinin adı “doğrudan vergi” fakir, zengin bütün halkın vergilendirilmesinin yolu ise “dolaylı vergilerdir.” Mesela ülkemizde 2009 yılı bütçesinde gelirlerin toplamı olan 74,1 milyar liralık bölümünü doğrudan vergiler oluştururken, mal ve hizmetlerin üzerinden ödediğimiz dolaylı vergiler 146,4 milyar lirayı bulmaktadır. Yapılan hesaplara göre dolaylı vergiler, doğrudan vergilerin yüzde 72’si gibi çok yüksek bir rakama ulaşmış olup bu ise neredeyse bütün vergi yükünün 70 milyon insanımız tarafından taşınmakta olduğunun en açık göstergesidir.
KDV (Katma Değer Vergisi) ÖTV (Özel Tüketim Vergisi) gibi vergiler, elden ele geçerek sonuçta yine 70 milyon insanın ne alırsa içerisinde ödediği vergilerdir.
DÜZENİN KURUCULARI
İnsanlığı köleleri ve kendisini de insanlığın efendisi sayan “Irkçı Emperyalistler” oturdukları yerde ve hiçbir rizokaya (işçiler, hammadde, enerji, vergi ve sigortalar, sendikalar ve ticaretin zarar etmesi gibi) katılmadıkları halde nasıl çok paranın sahibi olunurun, fikrini geliştirmişler ve sistemleştirmişlerdir.
Önce ticaret merkezlerinde açtıkları ve adına “Banko” denilen yerlerde bizim “Tefeci” dediğimiz işlerle yani “faizle para alıp satmaya” başlamışlar, sonra bunu “Banka” haline getirmişlerdir. Kurdukları bankalara da bulundukları ülkelerden “devletlerinden garanti” almışlardır. Bankaya veya mevduata (toplanan paraya) her hangi bir zararın gelmesi halinde, bunu o ülkenin devletine ödettirmişlerdir. Senin iş yerin, ticarethanen zarar ederse devletten bir kuruş yardım alamazken bankaların her hangi bir zararı devlet tarafından karşılanır olması ne kadar enteresan(!) değil midir?
Hatırlanacak olursa Refah-yol hükümetinden sonra Sayın Ecevit’in Başbakanlığında kurulan hükümetler zamanında, bazı bankaların patronları kendi “bankalarını içini boşaltmışlar” (bir oyunla paraları başka hesaplarına aktarmışlar) halkın bankalara yatırdığı paraları ödemek yine hükümetimize yani bizim vergilerimize düşmüştü.
Adamlar halktan % 30 – 40 faizle topladıkları mevduatı, kredi isteyen kuruluşlara (özellikle devlet kuruluşu KİT’lere) % 100 -150 faiz ile para satmışlar, “gecelik faiz geliri” adıyla mevduatlarının artırmaya devam etmişlerdir.
Unutmamamız gereken önemli ekonomik terimler içerisinde “Bankaların içini boşaltmak, gecelik faiz geliri” gibi kelimeler vardır ve çok değil bundan 8 -10 sene önce sık sık kullanılan kelimelerdi. İşte şimdi yaşadığımız “Küresel(!) Ekonomik krizin” oluşmasında en büyük etken bunlardır.
ANADAN DOĞMA SİYASETÇİLER
Analarından doğar doğmaz siyasetle ilgilenen bu “Irkçı emperyalistler” ülkelerin üst düzey yöneticileriyle sıkı fıkı olmakta ve onlara istediklerini yaptırabilmektedirler. Bu isteklerin başında “kapitalizmin ilk maddesi olan faiz, ikinci maddesi faizin gider olarak yazılması” yasaları gelmektedir.
Kredi kullanan bütün kuruluşlar, bankalara ödedikleri faizleri giderlerine yazmakta böylece ödenen faizler de maliyeti oluşturan kalemlerden birsi olmaktadır. Bu kuruluşun ürettiği mallar öz sermaye ile yapıldığında ortaya çıkacak fiyat ile içerisine faizin girdiği fiyat birbirinin en az iki katı olmaktadır. Ve tabiidir ki neticede mal fiyatları yükselmekte, bu malı kullananlar ödedikleri para içerisinde bankanın faizini de ödemektedirler.
Faiz fonksiyonel (faizin faizi de yüklenmekte) olduğundan mal fiyatları durmadan artmakta, para değeri buna paralel olarak durmadan düşmektedir. İhtiyacı olan bir malı alabilmek için daha fazla ödeyen halk kesimi elindeki avucundakini gittikçe kaybetmektedir.
TUZAĞA NASIL DÜŞTÜK
Birinci dünya savaşında ki İstiklal harplerimizle düşmanı denize döktükten sonra Lozan antlaşmanın imzalaması dikkatlerimizi çekmektedir. Antlaşmanın imzalanmasından kaçınan İngiliz ve Fransız delegelerinin karşısına ülkemizi temsil etmek üzere Hayım Naum adında biri (Mısır baş hahamı) Lozan’a gönderilir.
Bu adam anlaşmanın delegasyonuyla iyi ilişkiler içerisine girer ve onlara “Bu anlaşmayı imzalayın. Zira Türkleri sahip oldukları imanları gereği bir türlü onları yenemiyorsunuz. Tarihte 19 Haclı ordusu ile geldiniz ama her seferinde yenildiniz. Onlarla savaş yaparak emellerinize ulaşamazsınız. O halde neticesiz işler ile uğraşmak yerine başka bir metot uygulamalısınız. Anlaşmayı imzalayarak bir time of (dinlenme zamanı) kazanmalısınız” der.
Bu çözüme akılları yatan müstevliler (işgalciler) anlaşmanın imzalanmasından sonra sulh zamanında neler yapılması gerektiğini de ana hatlarıyla orada tespit ederler. “Hayım Naum Doktirini” adıyla siyasi literatüre giren planın ana hatları şunlardır.
Türk milleti işsiz bırakılmalıdır.
Açlığa mahkûm edilmelidir.
İç ve dış borca esir edilmelidirler.
İnancından ve dininden ayrılmalıdırlar.
Ülke sosyal ve fiziki açıdan bölünmeye götürülmelidir.
Bölümler birbirleriyle savaştırılmalıdır.
Böylece yumuşak lokma haline getirilmelidir.
Küresel ekonomik kriz de biz nelerden şikâyetçiyiz? Yukarıda ki maddeler bu şikâyetlerimize bire bir uymuyor mu?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.