Hukukta Adaleti Sağlayın
Nereye gidiyoruz yazı serisi
İnsanla Allah, insanla devlet ve insanla insan arasında oluşan hakların korunması, çıkması muhtemel ihtilafların hakkaniyet ölçülerine göre çözülmesi için bir takım kuralların bulunmasına ihtiyaç vardır. Bu kurallar manzumesine hukuk diyoruz.
Hukukun tarifini hukuk kitaplarından almak da mümkündür. “Üç aşağı, beş yukarı…” ben kendi tecrübeme dayanarak bu tarifi yapıyorum.
Laik sistemlerde kulun (insanın) Allah’la olan hukuku ele alınmamış, o mantığa göre yazılan hukuk kitaplarında, sahibi olan bir insan yani kul, kavramı da yer bulmamıştır. Materyalist laik sisteme göre insan sahipsizdir. Toplumda gücü elinde bulunduran bazı odaklar kendi hukuklarını kendileri oluşturmakta ve uygulanmasına nezaret etmektedirler.
Yine bu sistemlerde devletin var olması ve esas olması gerektiği üzerinde durularak, “devlete itaatin mutlak olması” gerektiği hükmünden hareket edilmektedir.
Hâlbuki devlet, o toplumda yaşayan insanların adil bir ortamda yaşayabilmeleri için yine kendilerinin yaptığı bir organizasyondan ibarettir.
Burada karşımıza “adil veya adalet” kelimeleri çıkmaktadır.
Hukuk kuralları eğer adaleti sağlayabiliyorlarsa değerlidirler, yok bu kurallar toplumu ezmekte kullanılıyorsa, adı hukuk olsa da bunun adaletle bir alakası bulunmamaktadır.
Hukuk da adaletin sağlanması ne kadar önemliyse, sağlanan adaletin geciktirilmemesi de o kadar önemlidir. Çünkü geciken adalet, adalet olamaz. Bir davanın 5 sene, on sene devam etmesi, mazlum ve mağdurun daha çok ezilmesi sağlar.
Kuralı özetleyecek olursak; “Adaleti sağlayan her kural bir hukuktur, ama her hukuk kuralı mutlaka adaleti sağlayamamaktadır”
Eğer öyle olmasaydı, dün yapılan kanunlar bugün, bugün yapılan kanunlar da yarın değiştirilir miydi? Acaba, bu kurallardan hangisi adil idi? Değişmeden önceki hali mi, değiştikten sonra ki hali mi? Ne diyebiliriz?
HUKUK SİSTEMİMİZ NE ÂLEMDE
Zamanımızda meslek olarak hukuku seçmiş olanların dahi içinden çıkamadıkları büyük bir hukuk manzumesi karşımızda durmaktadır. Diğer taraftan insanın devletle ve insanların kendi aralarında o kadar çok ihtilafları vardır ki… Bunu görmek için hemen yakınınızdaki bir mahkemede ki dava dosyalarının konulduğu dolaba göz atmak yeterlidir.
Hâkimlerimiz, kadro azlığından şikâyetçidirler. “Mevcut kadromuzla biz bu kadar dosyanın hakkından gelemeyiz” demektedirler.
Bundan bir müddet önce Yargıtay’a temyiz için gönderilen 10 bin dosya, üzerinden on seneyi geçtiği ve henüz bakılamadığı gerekçesiyle çöpe atılmıştır. Hâlbuki nice hak arayanlar ümitle Yargıtay’dan kendisi için çıkacak kararı beklemekte, adalet ummaktaydılar. Ama olmadı. Baki olması gereken haklar, zaman aşımına uğradı ve haklar heder edildi.
Alacak – verecek davalarında İcra müdürlüklerinin hali perişandır. Hacız edilen menkul malların konulduğu depolar ağızlarına kadar doludur. Borcunu ödeyemeyen veya ödemeyen şahsın kaldırılan malları üç – beş kuruşa satılmakta, alacak tahsil ediyoruz mantığıyla bir aile (sadece borçlu değil) evin hanımı ve çocukları, kış aylarında mağdur edilerek sokağa atılmaktadırlar.
Zamanında ödenemeyen borçların “Temerrüt faize düşmesi” yani işleyen faizinde anaparaya eklenerek o kısmından tekrar faiz alınması, bir büyük haksızlıktır. Borcunun aslını bile ödeyemeyen adamın, derisini yüzmek manasını taşır. Bu uygulama ile devletin “Tefecilik yaptığını” ilan etmektedir. Borçlar kanunu bu açıdan mutlaka değiştirilmelidir.
Avukatlar, zanlı veya borçlu tarafı telefonla aralarken bile avukatlık unvanlarını kullanmakta, tavırlarından zannedersiniz ki “sanki Azrail gelmiş de ruhunu alacak insanı arıyor” Avukatta gördüğümüz bu tavır, savcıda veya hakimlerimizde yok mudur?
Bir toplum bu kadar gerilmemeli, hukuk adamı halka karşı bu kadar korkulacak bir adam gibi görünmemelidir.
Neticede eğer bir toplum şu veya bu sebepten dolayı adalete kavuşamıyorsa ya da kendi adaletini kendi temin etmeye kalkışıyorsa veya rüşveti devreye sokarak adaleti sağlanmaya kalkışılıyorsa, bunun sorumlusu, ülkenin idaresini ellerinde bulunduranlaradır.
BİR AKL-I SELİM HUKUK TEKLİFİ
Yazımın burasında “Çılgın projeler yapmakla övünen…” idarecilerimize bu konuda ki tekliflerim şunlardır. Bu tekliflerime ister çılgınlık deyin, ister akl-ı selim, fark etmez.
İkide bir kanunları değiştirmekten vazgeçin. Bir kere yapın, adaleti sağlayın ve bir kere daha değiştirmeyin. 2010 yılında yaptığınız Anayasa değişikliğini eğer düzgün yapsaydınız, bu gün yeniden Anayasa değişikliği kelimelerini ağzınıza almazdınız.
Hukukçuları, “vicdanı ve cüzdanı…” arasında sıkıştırmayın. Zamanını, insanların ihtilaflarını çözmeye adayan bu insanlarımıza gerekli maddi destek sağlanmalıdır.
Ülkemizi, sayısı milyonlara varan bir polis devleti haline getirmeyin. Bu yol çözüm değildir. Her insanın başına bir polis dikemezsiniz ki... Dikseniz bile o polisin başına kimi dikeceksiniz?
Davaların ve dava dosyalarının azalmasını istiyorsanız, hukuk kadrosunun ve polisin asgari sayıya düşmesini arzu ediyorsanız, vatandaşımızın kalbine Allah sevgisi ile onun gazabını çeker miyim korkusunu koyunuz.
“Ramazan aylarında, polisiye olaylarında büyük düşüşler yaşanmaktadır” diyen Emniyet Genel Müdürlüğünün bu raporuna kulak veriniz ve bir yılın bütün aylarını sanki bir Ramazan ayı gibi yaşacak bir ortamı hazırlayınız
Haydi, yapacaksanız bu çılgınlığı yapın. Ama bunun yurtdışı desteği olmayacağını bilakis Batılıların çalışmalarınıza köstek olacaklarını bilirsiniz. Ama olsun, bundan milletimiz ve yaratıcımız memnun olacaktır.
Ama biz yakinen biliyoruz bu kadrolar bu söylediklerimi yapamayacaklardır. Nitekim dokuz senedir bulundukları iktidarda yapamadıkları gibi... Fakat bizler ümitsiz de değiliz. Çünkü bunları yapacak kadrolarımız da vardır, çok şükür ve onlara “Milli ve manevi değerlere bağlı olmayı…” çalışmalarının başına koymuş kadrolardır.
İnsanla Allah, insanla devlet ve insanla insan arasında oluşan hakların korunması, çıkması muhtemel ihtilafların hakkaniyet ölçülerine göre çözülmesi için bir takım kuralların bulunmasına ihtiyaç vardır. Bu kurallar manzumesine hukuk diyoruz.
Hukukun tarifini hukuk kitaplarından almak da mümkündür. “Üç aşağı, beş yukarı…” ben kendi tecrübeme dayanarak bu tarifi yapıyorum.
Laik sistemlerde kulun (insanın) Allah’la olan hukuku ele alınmamış, o mantığa göre yazılan hukuk kitaplarında, sahibi olan bir insan yani kul, kavramı da yer bulmamıştır. Materyalist laik sisteme göre insan sahipsizdir. Toplumda gücü elinde bulunduran bazı odaklar kendi hukuklarını kendileri oluşturmakta ve uygulanmasına nezaret etmektedirler.
Yine bu sistemlerde devletin var olması ve esas olması gerektiği üzerinde durularak, “devlete itaatin mutlak olması” gerektiği hükmünden hareket edilmektedir.
Hâlbuki devlet, o toplumda yaşayan insanların adil bir ortamda yaşayabilmeleri için yine kendilerinin yaptığı bir organizasyondan ibarettir.
Burada karşımıza “adil veya adalet” kelimeleri çıkmaktadır.
Hukuk kuralları eğer adaleti sağlayabiliyorlarsa değerlidirler, yok bu kurallar toplumu ezmekte kullanılıyorsa, adı hukuk olsa da bunun adaletle bir alakası bulunmamaktadır.
Hukuk da adaletin sağlanması ne kadar önemliyse, sağlanan adaletin geciktirilmemesi de o kadar önemlidir. Çünkü geciken adalet, adalet olamaz. Bir davanın 5 sene, on sene devam etmesi, mazlum ve mağdurun daha çok ezilmesi sağlar.
Kuralı özetleyecek olursak; “Adaleti sağlayan her kural bir hukuktur, ama her hukuk kuralı mutlaka adaleti sağlayamamaktadır”
Eğer öyle olmasaydı, dün yapılan kanunlar bugün, bugün yapılan kanunlar da yarın değiştirilir miydi? Acaba, bu kurallardan hangisi adil idi? Değişmeden önceki hali mi, değiştikten sonra ki hali mi? Ne diyebiliriz?
HUKUK SİSTEMİMİZ NE ÂLEMDE
Zamanımızda meslek olarak hukuku seçmiş olanların dahi içinden çıkamadıkları büyük bir hukuk manzumesi karşımızda durmaktadır. Diğer taraftan insanın devletle ve insanların kendi aralarında o kadar çok ihtilafları vardır ki… Bunu görmek için hemen yakınınızdaki bir mahkemede ki dava dosyalarının konulduğu dolaba göz atmak yeterlidir.
Hâkimlerimiz, kadro azlığından şikâyetçidirler. “Mevcut kadromuzla biz bu kadar dosyanın hakkından gelemeyiz” demektedirler.
Bundan bir müddet önce Yargıtay’a temyiz için gönderilen 10 bin dosya, üzerinden on seneyi geçtiği ve henüz bakılamadığı gerekçesiyle çöpe atılmıştır. Hâlbuki nice hak arayanlar ümitle Yargıtay’dan kendisi için çıkacak kararı beklemekte, adalet ummaktaydılar. Ama olmadı. Baki olması gereken haklar, zaman aşımına uğradı ve haklar heder edildi.
Alacak – verecek davalarında İcra müdürlüklerinin hali perişandır. Hacız edilen menkul malların konulduğu depolar ağızlarına kadar doludur. Borcunu ödeyemeyen veya ödemeyen şahsın kaldırılan malları üç – beş kuruşa satılmakta, alacak tahsil ediyoruz mantığıyla bir aile (sadece borçlu değil) evin hanımı ve çocukları, kış aylarında mağdur edilerek sokağa atılmaktadırlar.
Zamanında ödenemeyen borçların “Temerrüt faize düşmesi” yani işleyen faizinde anaparaya eklenerek o kısmından tekrar faiz alınması, bir büyük haksızlıktır. Borcunun aslını bile ödeyemeyen adamın, derisini yüzmek manasını taşır. Bu uygulama ile devletin “Tefecilik yaptığını” ilan etmektedir. Borçlar kanunu bu açıdan mutlaka değiştirilmelidir.
Avukatlar, zanlı veya borçlu tarafı telefonla aralarken bile avukatlık unvanlarını kullanmakta, tavırlarından zannedersiniz ki “sanki Azrail gelmiş de ruhunu alacak insanı arıyor” Avukatta gördüğümüz bu tavır, savcıda veya hakimlerimizde yok mudur?
Bir toplum bu kadar gerilmemeli, hukuk adamı halka karşı bu kadar korkulacak bir adam gibi görünmemelidir.
Neticede eğer bir toplum şu veya bu sebepten dolayı adalete kavuşamıyorsa ya da kendi adaletini kendi temin etmeye kalkışıyorsa veya rüşveti devreye sokarak adaleti sağlanmaya kalkışılıyorsa, bunun sorumlusu, ülkenin idaresini ellerinde bulunduranlaradır.
BİR AKL-I SELİM HUKUK TEKLİFİ
Yazımın burasında “Çılgın projeler yapmakla övünen…” idarecilerimize bu konuda ki tekliflerim şunlardır. Bu tekliflerime ister çılgınlık deyin, ister akl-ı selim, fark etmez.
İkide bir kanunları değiştirmekten vazgeçin. Bir kere yapın, adaleti sağlayın ve bir kere daha değiştirmeyin. 2010 yılında yaptığınız Anayasa değişikliğini eğer düzgün yapsaydınız, bu gün yeniden Anayasa değişikliği kelimelerini ağzınıza almazdınız.
Hukukçuları, “vicdanı ve cüzdanı…” arasında sıkıştırmayın. Zamanını, insanların ihtilaflarını çözmeye adayan bu insanlarımıza gerekli maddi destek sağlanmalıdır.
Ülkemizi, sayısı milyonlara varan bir polis devleti haline getirmeyin. Bu yol çözüm değildir. Her insanın başına bir polis dikemezsiniz ki... Dikseniz bile o polisin başına kimi dikeceksiniz?
Davaların ve dava dosyalarının azalmasını istiyorsanız, hukuk kadrosunun ve polisin asgari sayıya düşmesini arzu ediyorsanız, vatandaşımızın kalbine Allah sevgisi ile onun gazabını çeker miyim korkusunu koyunuz.
“Ramazan aylarında, polisiye olaylarında büyük düşüşler yaşanmaktadır” diyen Emniyet Genel Müdürlüğünün bu raporuna kulak veriniz ve bir yılın bütün aylarını sanki bir Ramazan ayı gibi yaşacak bir ortamı hazırlayınız
Haydi, yapacaksanız bu çılgınlığı yapın. Ama bunun yurtdışı desteği olmayacağını bilakis Batılıların çalışmalarınıza köstek olacaklarını bilirsiniz. Ama olsun, bundan milletimiz ve yaratıcımız memnun olacaktır.
Ama biz yakinen biliyoruz bu kadrolar bu söylediklerimi yapamayacaklardır. Nitekim dokuz senedir bulundukları iktidarda yapamadıkları gibi... Fakat bizler ümitsiz de değiliz. Çünkü bunları yapacak kadrolarımız da vardır, çok şükür ve onlara “Milli ve manevi değerlere bağlı olmayı…” çalışmalarının başına koymuş kadrolardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.