Hicret, dönüm noktasıdır
Gençlik inceleme yazı serisi
Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (s.a.v) hayatının ve İslam tarihinin ilk çağlarında, bir dönüm noktası olarak “Hicret” gözümüze çarpmaktadır. Ve bu safha hem yaşandığı zamanda ve hem de aradan 1400 seneden fazla bir zaman geçtiği halde bugün bile büyük bir öneme haizdir.
Nedir Hicret’i önemli kılan? Hicretle birlikte ortaya ne veya neler konmuştur?
Aslında İslam tarihinde önemli birçok olay mevcuttur. Mesela Peygamberimizin doğumu ile o gece bütün dünyada yaşanan harikulade olaylar. “Ateşperestlerin 1000 yıldır gece gündüz demeden sürekli yanan ateşlerinin o gece sönmüş olması” gibi.
Kur’an’ın “Oku” emriyle Hıra Dağı’ndaki mağarada, Peygamberimize ilk defa inzal olmaya başlanması.
Hazreti Ömer’in; “Artık biz kırk kişiyiz. İslam’ı açıkça tebliğ edelim” demesinden sonra İslam’ın açıkça ilanı ve tebliğine başlanması.
Mekke’den uzakta yapılan 1. ve 2. Akabe biatleri. (bi’setin 12 ve 13. yılları)
İlk hicretin Habeşistan’a yapılması.
Bedir Harbi, Uhud Harbi, Hudeybiye Anlaşması ve Hendek Harpleri.
Rıdvan biati.
Mekke’nin feth edilmesi gibi daha birçok önemli olaylar yaşanmış olmasına rağmen Hicret’in yeri bütün bu önemli olayların önüne geçmiş bulunmaktadır.
Bu olay o kadar önemsenmiştir ki “tarih, bu olayla başlar” denilerek, ay gününü esas alan Hicri takvim ile güneş gününü esas alan Rumi takvimlerin ilk başlangıç günü olarak “hicret” kabul edilmiştir.
DERTLERİN ÇÖZÜMÜ
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de ki ayetler inzal (iniş) sebeplerine göre ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan Mekke inzal olanlarına “Mekkî ayetler” hicretten sonra Medine’de inzal olan ayetlere ise “Medenî ayetler” denmektedir.
Bu iki ayrı tasnife tabi tutulan ayetlerin temel özelliklerine bakılınca da görüleceği üzere, Mekkî ayetler genellikle “İman esaslarını” ortaya koymaktayken, Medeni ayetler artık Medine de kurulmuş olan İslam devletinin esaslarını tanzim etmekte olduklarıdır.
Nitekim toplum halinde yaşamaya mecbur olan insanların, Allah’a karşı durumları ile insanların birbirlerine karşı durumlarını tanzim etmek, güçlülerin zayıfları ezmesini önlemek ve onların hak ve adalet üzere yaşamalarını sağlamak ancak “Devlet sistemini” kurarak hayata geçilmesi ile mümkün olmaktadır.
Ancak o zaman devlet denilen sosyal bir organizasyon kurulabilmekte “yetimin, öksüzün, kimsesizin elinden tutulabilmekte” aç ve açıkta olanlara, iş yerleri kurularak istihdamları sağlanmaktadır. İçeriden ve dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikeler devletin varlığı ile önlenmekte, ölen bir insanın mirası adaletle taksim edilebilmektedir. Çocukların eğitim ve öğretimleri bu sayede yapılabilmekte, sıhhat ve sağlığa ait her türlü hastane ve tesisiler devlet eliyle kurulabilmektedir.
Adem (a.s) dan bu yana insanlar önce iki guruba ayrılmaktadırlar. Bunlar “kuvvetten, güçten, zenginlikten” yana olanlar ile “hak’tan yana olanlar”dır. Şurası bir gerçektir ki birincilerin temel özelliği “Allah (c.c) tarafından konmuş kurallara uymama…” olarak karşımıza çıkarken, ikincilerin temel özellikleri “Allah’ın (c.c) koyduğu kurallara uymayı kabul etmiş olmaları” olarak çıkmaktadır.
Birinci kategoride olanlar insanların kendi nefislerine uymamaları için tahdit edilmeleri (sınırlandırılmaları) gerekmektedir. Yoksa “vurur, kırar, çalar, çırparlar…”
Bunların “hak ölçülerini kabul etmiş” olanlarına Müslüman denir. Bu kabulün şifresi bildiğiniz gibi “Kelime-i Şahadet veya Kelime-i tevhittir” Bu kelimeyi dil ile söylemeleri, kalpleriyle de tasdik etmeleri gerekir.
İslam’a iman eden insanların inançları, anında yaşayışlarına yansımaktadır. Adam içki içiyorsa (dışarıdan bir zorlama olmadan) onu bırakmakta, kumar oynuyor, zina ediyorsa onlardan vazgeçmektedir. Bir zamanlar zayıfları ezen adam bu insan birden zayıfların hamisi (koruyucusu) olacaktır.
Nitekim Hazreti Ömer; “Cahiliye dönemimde kendi öz kızımı kendi ellerimle toprağa gömüştüm…” diyerek cinayetini itiraf ederken daha sonra da aynı insanın “Adaletiyle dünyaya örnek…” olarak karşımıza çıktığı görülmektedir.
Bu ifademizi formüle edersek; …… insan + iman = Müslüman…….. denmektedir.
GRİ RENKTEKİLERE DİKKAT
Allah’a inanmayanları bir renkle belirtmek gerekirse bunlara “kara renk” uygun bulunmuş, “kara cahil, kara cübbeliler, kara şapkalılar, kara vicdanlılar…” gibi sıfatlar takılmıştır.
İslam’a inanan ve hak’ka sarılan insanlara ise renk olarak “beyaz veya ak” renk münasip görülmüş ve bunlara “ak saçlı, aksakallı, piri fani, ak alınlı ak yüzlü, vicdanı da elbisesi gibi aktır…” ifadeleri söylenmiştir.
Bu iki ana gurubun arasında bir de “gri, kurşuni renk” vardır ki bunlar, dışından bakıldığında Müslüman olarak görünürler. Kur’an-ı Kerim onlar için; “Müslümanların yanındayken onlarla birlikte olduklarını söylerler. Ama iman etmeyenlerin yanına geldiklerinde, biz Müslümanları kandırıyoruz, biz sizinle birlikteyiz, derler” buyurmaktadır.
Bunlara İslami ıstılahta “Münafıklar” denmekte ve Müslümanlara karşı tehlikelerinin, karadan fazla olduğu bildirilmektedir. Medine’de ki Münafıkların başı Abdullah ibn-i Ubey işte böyle bir insandır.
Burada bir incelik vardır. Münafıklık, Mekke’de Müslümanların itilip kakıldığı ve eziyet gördüğü ortamda çıkmamış, Müslümanlar Medine de devletlerini kurduktan sonra onların karşısına çıkmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.