Bir Uyanışın Hikâyesi
Bir hüzün kaplamıştı içini. Neydi bu kadar kırışıklıklar. Halbuki ne kadar da güzeldi bir zamanlar. Ya şimdi!
Elindeki aynayı iyice yaklaştırdı kendisine. Sanki bu kadar dikkat etmemişti. Ne de değişmişti yüzü!
Eski günlerine gitti. O gençlik yılları… Alımlı çalımlıydı. Herkesin ilgisi üzerinde toplanırdı. O güzel yüz, o alımlı saçlar… Ona verdiği şekiller…
Modern (!) bir hayatın başlangıcıydı o yıllar. İlklere oynuyordu neredeyse o zamanlar. Hep üzerindeydi gözler. İlgi ve alâkadan ne kadar da memnun oluyordu. Yaklaşmak isteyen nice gençler vardı etrafında.
İçinden bir arzu onu yerinden kaldırdı, raflar arasından fotoğraf albümlerini buldurdu. O, tekrar gelerek yerine oturdu.
Tek tek sayfaları açmaya başladı. İşte o gençlik yılları. O güzelim giyim, kuşam nasıl da belirgin. Ailesi ve arkadaşları ile olan fotoğrafları… İşte bu nişanlısıyla… Şu da evlilik anıları…
Her birine doya doya baktı. Sonra da eline tekrar aynayı aldı. Bir aynaya bir de onlara baktı. Derin bir acıyla burkuldu içi. Aynadaydı gözleri. Hani nereye gitmişti o çok değer verdiği güzelliği. Oysa ne kadar da özen göstermişti ona. Asla ihmal etmemişti. “İki eli kanda da olsa” makyajını aksatmamıştı. Ama şimdi ihanet etmişti kendisine. Derin ve uzun çizgilerle. Oysa böyle olacağını hiç düşünmemişti.
Baktığı aynada hızla akan bir şeyler gördü. Damla damla çıkıyordu göz pınarlarından. Ağzına doğru inen gözyaşlarıydı bunlar. Bir yana attı aynayı ve katıla katıla ağlamaya başladı.
* * *
Beynine biriken binler düğüm olmuştu şimdi. Onların her birisi tek tek çözülmeliydi. Yoksa böyle nasıl yaşanırdı? Onun bütün hedefi dünya idi. Hazırlığı dünyaya, heves ve arzusu da dünyaya. Giyim-kuşam, gezip-tozma, modern (!) bir hayatın gereklerini hayata geçirme ve çok modern (!) çocuklar yetiştirme…
Ama şimdi bir tüy olup uçtuğunu hissetti elinden tüm dünyanın. İçindekilerle beraber. Çünkü o güzelim hali bitmişti. Bir türlü söyleyemiyordu ama gerçekten de o.. o.. ihtiyarlık çökmüştü. Artık ne giyerse giysin eskisi kadar yakışmıyordu. Birden haykırdı:
—Neredesin ey gençlik!
—Neredesin ey güzellik!
Ne mümkündü getirmek! Bütün dünyasını, birikimlerini, çalışmalarını, dostlarını, yakınlarını da verse gelmeyecekti o, gelmeyecekti asla. Hatta.. hatta.. içinden bile geçirmek istemiyordu o kelimeyi. Tamamlamak istemiyordu o cümleyi. Ama “korkunun ecele faydası yoktu”. Evet, evet. O gelecekti bir gün o… O mu? O neydi? Artık söylemeliydi. Kabullenmeliydi bu gerçeği. Evet, o ölümdü, ölüm.
Durakladı. Bir sükûnet geldi. Koyduğu yerden başını kaldırdı. Sonra da farkına varmadan:
— “Allah!” dedi, derinlerden…
Hayret! Hiç de aklına gelmemişti. Nereden gelmişti bu istek? Nasıl da dökülmüştü dilinden. Sonra birden bir daha bağırdı:
—Buldum, buldum. Daha doğrusu O beni buldu. Derdimin dermanını buldum.
Ellerini açtı ve haykırdı:
—Derdimin dermanı Sensin Allah’ım! Sana geldim, beni kabul et!
Yeniden ağlamaya başladı. Acının yerini sevinç, hüznün yerini bir umut almaya başlamıştı. Beyninde burkulan düğümler tek tek çözülmeye başlamıştı.
Sonra birden kalktı. Arka odaya gitti. Sandığı açtı. Eskilerin kokusunu taşıyan birkaç bohça arasından titreyen elleriyle bir şey avuçladı. Heyecanla açtı. Babaannesini hatırladı. Onun hediye ettiği namaz örtüsüydü bu. Birden sözleri geldi aklına:
—Kızım bu hayat boş. Bir gün ellerinden uçar gider gençliğin. Ölüm tüter burnunun ucunda. O zaman çok üzülür, eyvahlar edersin. Gel örtün, namazlarını kıl! Seni yaratan Rabbini bil ve O’na kul ol!
Sonra da eline bunu tutuştururken; “Eğer bir gün bu gerçekleri anlar da tevbe eder ve namaz kılmak istersen bu örtüyü başına al. Bana da dua et olur mu?”
Onu bürünürken yeniden gözyaşlarına boğulduğunu hissetti. Ama bu sefer başkaydı. Bunda pişmanlık vardı. Hatasını anlaması vardı. Tevbe vardı.
Eski bilgilerini yokladı. Acaba bir abdest alabilir miydi? Ne acıydı ki yıllardır abdest almıyordu. Çocukluğu geldi aklına. Herhalde alabilirdi. Lavaboya koştu. Elinden gelen itinayı göstererek bir abdest aldı. Ama şimdi de seccade gerekirdi. Yine aynı sandığa koştu. En tabanını karıştırdı. Oralarda olmalıydı. Hiç yüzüne bakmamıştı şimdiye dek. Evet buldu seccadeyi de. Fakat bu sefer de kıbleyi bilmesi gerekirdi. Komşuları düşündü. Yan tarafta namaz kılan bir kadın vardı. Onun serdiği yönü düşündü. Tamamdı.
Nasıl kılınacağını çok iyi bilmese de serdiği seccadenin üzerine durdu. Tam bir huşû içerisinde Rabbinin huzurundaydı.
Aman Allah’ım! Nasıl bir ikramdı bu! Bir anda nereden nereye gelmişti. O’nun lûtfu ne kadar da sonsuzdu!
Yeniden doğmuş gibiydi. Altmışlık yaş sanki on beşe inmişti. Bir rüzgâr kadar hafifti şimdi. Olsundu, yarım da olsa bildiği ile Yüce Rabbinin huzurunda durmak ne güzeldi!
Şimdi yeni bir hayata başlamıştı. Yeniden doğmuş gibiydi. Şükürlerle yaptı secdelerini. Kaldıramadı başını birdenbire O’nun huzurundan.
Selamdan sonra yeniden açtı ellerini yüce huzura. Neler dökülüyordu lisanından. Pişmanlık, hüzün ve yakarış. Affını niyaz ediş…
Sonra gelip yerine oturdu. Gayri ihtiyari yeniden gitti eli aynaya. Ama o da neydi? Nereden gelmişti bu nûr, bu güzellik? Aman Allah’ım! Hayret! Bu, az önceki ben miyim? Gençleşmişim, güzelleşmişim. İşte îman, işte îmanın gereğini yapmak. Hem kalbe hem de bedene nur ve huzur.
* * *
Az sonraydı. Zil çalınmıştı.
Kapı yavaşça aralandı. Gelen yaşlıca bir adamdı. Adam tam ayağını içeri atacakken durakladı. Doğrulup tekrar kapıya ve girişe baktı. Kapıyı aralayan kadıncağız onun halini anlamıştı:
—Buyurun beyefendi! Yanlış gelmediniz. Burası sizin eviniz.
Adam gözlerini şaşkınlıkla açtı. Kadına baktı. Kekeliyordu:
—Se… sen…
—Evet benim, Nilgün.
—Nilgün, Nilgün… Ne oldu sana? Ne var, niçin böylesin?
—Korkma beyefendi korkma! Benim. Eşin Nilgün.
Adam içeri girememişti. Adeta donup kalmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Kadıncağız kolundan tutarak çekti:
—Gel, Sezai Bey, gir evine! Sana anlatacaklarım var. Şaşkınlığını anlıyorum.
Adam merak ve korku içerisinde geçti içeriye. Kuşkuyla evin içine ve eşine bakıyordu. Yerine oturdu. Sonra da eşi oturdu ve onun meraklı bakışları arasında bir günlük hikâyesini anlatmaya başladı. Hem anlatıyor hem de ağlıyordu. Adamcağız da etkilenmiş olacak ki o da ağlıyordu. Kadıncağız sözlerinin sonunu şöyle bağlamıştı:
—Ne diyorsun, iyi olmamış mı Sezai Bey?
Sezai Bey gözyaşlarını silerken şöyle cevap verdi:
—Çok, çok iyi olmuş hanım! Evet haklısın. Yıllar geçti. Gençliğimiz elimizden uçup gitti. Güz geldi, yapraklar dökülmeye çoktan başladı. Ölüm bize haber veriyor kendisini. Ama biz hâlâ onu düşünmek istemiyoruz. Yazık oldu, yazık ettik kendimize.
Benim de çocukluğum hatırıma geldi. O günler ne güzeldi. Camilere giderdik babamla. Bayram namazları, teravihler kılardık tatlılıkla. Bambaşka bir güzellik vardı onlarda. Sonra gaflete daldık. Dünyaya aldandık. Modern bir hayat (!) diyerek nefsimize uyduk. Bizi yaratan Allah’ı unuttuk. Ama O bizi unutmuyor. Bize neler verdi neler! Ama alacak huzuruna, çekecek hesaba. Çoluk-çocuktan da soracak bize. Şimdi sen uyanmışsın. Ne güzel! Allah bizi de uyandırsın. Ne de yakışmış sana bu giysiler! Adeta gençleşmişsin. Tebrik ederim seni. Korkmuştum. Sevindim şimdi. Zira yıllardır beraberiz seni hiç böyle görmemiştim.
—Âh efendi âh! Hiç sorma! Nasıl da gaflete dalmışım. Hiç yaşlanmam sanmıştım kendimi. Ölümün adını bile duymak istemezdim. Artık tamam. Yönümüz belli. Kâbe. Ayrılmak yok oradan. Sonra biliyor musun Kur’an öğreneceğim. Sen ne diyorsun buna?
Adam neşelenir:
—Çok güzel olur hanım! Ben de seni o zaman nereye götürürüm biliyor musun?
—Nereye?
—Hacca. Hacca gideriz beraber olur mu?
Sevinçle bakışırlar. Beraberce tevbe eder, kulluğa yönelirler. Âhiret azığın geç de olsa dermeye başlarlar. Çünkü yolculuk vardır, unutmazlar.
Sonra çocukları geldi aklına kadıncağızın. Ya şimdi onlar ne olacaktı? İslam adına, âhiret adına hiçbir şey vermemişlerdi onlara. Sadece dünya adına olmuştu onlar için gayretleri. Tıpkı kendileri için olduğu gibi.
Acaba bir hidayet ışığı da onlara doğar mıydı? Dualar ediyordu Rabbine. Ümitvârdı. Öyleyse Allah’tan ümit kesilmezdi. Ama gayret etmeliydi. Yol göstermeliydi. Sevdirerek ve yol göstererek ebediyet yolculuğunu anlatmalıydı onlara. Yine dualar dökülüyordu dudaklarından:
—Lûtfet Allah’ım, onlara da hidayet eyle!
Elindeki aynayı iyice yaklaştırdı kendisine. Sanki bu kadar dikkat etmemişti. Ne de değişmişti yüzü!
Eski günlerine gitti. O gençlik yılları… Alımlı çalımlıydı. Herkesin ilgisi üzerinde toplanırdı. O güzel yüz, o alımlı saçlar… Ona verdiği şekiller…
Modern (!) bir hayatın başlangıcıydı o yıllar. İlklere oynuyordu neredeyse o zamanlar. Hep üzerindeydi gözler. İlgi ve alâkadan ne kadar da memnun oluyordu. Yaklaşmak isteyen nice gençler vardı etrafında.
İçinden bir arzu onu yerinden kaldırdı, raflar arasından fotoğraf albümlerini buldurdu. O, tekrar gelerek yerine oturdu.
Tek tek sayfaları açmaya başladı. İşte o gençlik yılları. O güzelim giyim, kuşam nasıl da belirgin. Ailesi ve arkadaşları ile olan fotoğrafları… İşte bu nişanlısıyla… Şu da evlilik anıları…
Her birine doya doya baktı. Sonra da eline tekrar aynayı aldı. Bir aynaya bir de onlara baktı. Derin bir acıyla burkuldu içi. Aynadaydı gözleri. Hani nereye gitmişti o çok değer verdiği güzelliği. Oysa ne kadar da özen göstermişti ona. Asla ihmal etmemişti. “İki eli kanda da olsa” makyajını aksatmamıştı. Ama şimdi ihanet etmişti kendisine. Derin ve uzun çizgilerle. Oysa böyle olacağını hiç düşünmemişti.
Baktığı aynada hızla akan bir şeyler gördü. Damla damla çıkıyordu göz pınarlarından. Ağzına doğru inen gözyaşlarıydı bunlar. Bir yana attı aynayı ve katıla katıla ağlamaya başladı.
* * *
Beynine biriken binler düğüm olmuştu şimdi. Onların her birisi tek tek çözülmeliydi. Yoksa böyle nasıl yaşanırdı? Onun bütün hedefi dünya idi. Hazırlığı dünyaya, heves ve arzusu da dünyaya. Giyim-kuşam, gezip-tozma, modern (!) bir hayatın gereklerini hayata geçirme ve çok modern (!) çocuklar yetiştirme…
Ama şimdi bir tüy olup uçtuğunu hissetti elinden tüm dünyanın. İçindekilerle beraber. Çünkü o güzelim hali bitmişti. Bir türlü söyleyemiyordu ama gerçekten de o.. o.. ihtiyarlık çökmüştü. Artık ne giyerse giysin eskisi kadar yakışmıyordu. Birden haykırdı:
—Neredesin ey gençlik!
—Neredesin ey güzellik!
Ne mümkündü getirmek! Bütün dünyasını, birikimlerini, çalışmalarını, dostlarını, yakınlarını da verse gelmeyecekti o, gelmeyecekti asla. Hatta.. hatta.. içinden bile geçirmek istemiyordu o kelimeyi. Tamamlamak istemiyordu o cümleyi. Ama “korkunun ecele faydası yoktu”. Evet, evet. O gelecekti bir gün o… O mu? O neydi? Artık söylemeliydi. Kabullenmeliydi bu gerçeği. Evet, o ölümdü, ölüm.
Durakladı. Bir sükûnet geldi. Koyduğu yerden başını kaldırdı. Sonra da farkına varmadan:
— “Allah!” dedi, derinlerden…
Hayret! Hiç de aklına gelmemişti. Nereden gelmişti bu istek? Nasıl da dökülmüştü dilinden. Sonra birden bir daha bağırdı:
—Buldum, buldum. Daha doğrusu O beni buldu. Derdimin dermanını buldum.
Ellerini açtı ve haykırdı:
—Derdimin dermanı Sensin Allah’ım! Sana geldim, beni kabul et!
Yeniden ağlamaya başladı. Acının yerini sevinç, hüznün yerini bir umut almaya başlamıştı. Beyninde burkulan düğümler tek tek çözülmeye başlamıştı.
Sonra birden kalktı. Arka odaya gitti. Sandığı açtı. Eskilerin kokusunu taşıyan birkaç bohça arasından titreyen elleriyle bir şey avuçladı. Heyecanla açtı. Babaannesini hatırladı. Onun hediye ettiği namaz örtüsüydü bu. Birden sözleri geldi aklına:
—Kızım bu hayat boş. Bir gün ellerinden uçar gider gençliğin. Ölüm tüter burnunun ucunda. O zaman çok üzülür, eyvahlar edersin. Gel örtün, namazlarını kıl! Seni yaratan Rabbini bil ve O’na kul ol!
Sonra da eline bunu tutuştururken; “Eğer bir gün bu gerçekleri anlar da tevbe eder ve namaz kılmak istersen bu örtüyü başına al. Bana da dua et olur mu?”
Onu bürünürken yeniden gözyaşlarına boğulduğunu hissetti. Ama bu sefer başkaydı. Bunda pişmanlık vardı. Hatasını anlaması vardı. Tevbe vardı.
Eski bilgilerini yokladı. Acaba bir abdest alabilir miydi? Ne acıydı ki yıllardır abdest almıyordu. Çocukluğu geldi aklına. Herhalde alabilirdi. Lavaboya koştu. Elinden gelen itinayı göstererek bir abdest aldı. Ama şimdi de seccade gerekirdi. Yine aynı sandığa koştu. En tabanını karıştırdı. Oralarda olmalıydı. Hiç yüzüne bakmamıştı şimdiye dek. Evet buldu seccadeyi de. Fakat bu sefer de kıbleyi bilmesi gerekirdi. Komşuları düşündü. Yan tarafta namaz kılan bir kadın vardı. Onun serdiği yönü düşündü. Tamamdı.
Nasıl kılınacağını çok iyi bilmese de serdiği seccadenin üzerine durdu. Tam bir huşû içerisinde Rabbinin huzurundaydı.
Aman Allah’ım! Nasıl bir ikramdı bu! Bir anda nereden nereye gelmişti. O’nun lûtfu ne kadar da sonsuzdu!
Yeniden doğmuş gibiydi. Altmışlık yaş sanki on beşe inmişti. Bir rüzgâr kadar hafifti şimdi. Olsundu, yarım da olsa bildiği ile Yüce Rabbinin huzurunda durmak ne güzeldi!
Şimdi yeni bir hayata başlamıştı. Yeniden doğmuş gibiydi. Şükürlerle yaptı secdelerini. Kaldıramadı başını birdenbire O’nun huzurundan.
Selamdan sonra yeniden açtı ellerini yüce huzura. Neler dökülüyordu lisanından. Pişmanlık, hüzün ve yakarış. Affını niyaz ediş…
Sonra gelip yerine oturdu. Gayri ihtiyari yeniden gitti eli aynaya. Ama o da neydi? Nereden gelmişti bu nûr, bu güzellik? Aman Allah’ım! Hayret! Bu, az önceki ben miyim? Gençleşmişim, güzelleşmişim. İşte îman, işte îmanın gereğini yapmak. Hem kalbe hem de bedene nur ve huzur.
* * *
Az sonraydı. Zil çalınmıştı.
Kapı yavaşça aralandı. Gelen yaşlıca bir adamdı. Adam tam ayağını içeri atacakken durakladı. Doğrulup tekrar kapıya ve girişe baktı. Kapıyı aralayan kadıncağız onun halini anlamıştı:
—Buyurun beyefendi! Yanlış gelmediniz. Burası sizin eviniz.
Adam gözlerini şaşkınlıkla açtı. Kadına baktı. Kekeliyordu:
—Se… sen…
—Evet benim, Nilgün.
—Nilgün, Nilgün… Ne oldu sana? Ne var, niçin böylesin?
—Korkma beyefendi korkma! Benim. Eşin Nilgün.
Adam içeri girememişti. Adeta donup kalmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Kadıncağız kolundan tutarak çekti:
—Gel, Sezai Bey, gir evine! Sana anlatacaklarım var. Şaşkınlığını anlıyorum.
Adam merak ve korku içerisinde geçti içeriye. Kuşkuyla evin içine ve eşine bakıyordu. Yerine oturdu. Sonra da eşi oturdu ve onun meraklı bakışları arasında bir günlük hikâyesini anlatmaya başladı. Hem anlatıyor hem de ağlıyordu. Adamcağız da etkilenmiş olacak ki o da ağlıyordu. Kadıncağız sözlerinin sonunu şöyle bağlamıştı:
—Ne diyorsun, iyi olmamış mı Sezai Bey?
Sezai Bey gözyaşlarını silerken şöyle cevap verdi:
—Çok, çok iyi olmuş hanım! Evet haklısın. Yıllar geçti. Gençliğimiz elimizden uçup gitti. Güz geldi, yapraklar dökülmeye çoktan başladı. Ölüm bize haber veriyor kendisini. Ama biz hâlâ onu düşünmek istemiyoruz. Yazık oldu, yazık ettik kendimize.
Benim de çocukluğum hatırıma geldi. O günler ne güzeldi. Camilere giderdik babamla. Bayram namazları, teravihler kılardık tatlılıkla. Bambaşka bir güzellik vardı onlarda. Sonra gaflete daldık. Dünyaya aldandık. Modern bir hayat (!) diyerek nefsimize uyduk. Bizi yaratan Allah’ı unuttuk. Ama O bizi unutmuyor. Bize neler verdi neler! Ama alacak huzuruna, çekecek hesaba. Çoluk-çocuktan da soracak bize. Şimdi sen uyanmışsın. Ne güzel! Allah bizi de uyandırsın. Ne de yakışmış sana bu giysiler! Adeta gençleşmişsin. Tebrik ederim seni. Korkmuştum. Sevindim şimdi. Zira yıllardır beraberiz seni hiç böyle görmemiştim.
—Âh efendi âh! Hiç sorma! Nasıl da gaflete dalmışım. Hiç yaşlanmam sanmıştım kendimi. Ölümün adını bile duymak istemezdim. Artık tamam. Yönümüz belli. Kâbe. Ayrılmak yok oradan. Sonra biliyor musun Kur’an öğreneceğim. Sen ne diyorsun buna?
Adam neşelenir:
—Çok güzel olur hanım! Ben de seni o zaman nereye götürürüm biliyor musun?
—Nereye?
—Hacca. Hacca gideriz beraber olur mu?
Sevinçle bakışırlar. Beraberce tevbe eder, kulluğa yönelirler. Âhiret azığın geç de olsa dermeye başlarlar. Çünkü yolculuk vardır, unutmazlar.
Sonra çocukları geldi aklına kadıncağızın. Ya şimdi onlar ne olacaktı? İslam adına, âhiret adına hiçbir şey vermemişlerdi onlara. Sadece dünya adına olmuştu onlar için gayretleri. Tıpkı kendileri için olduğu gibi.
Acaba bir hidayet ışığı da onlara doğar mıydı? Dualar ediyordu Rabbine. Ümitvârdı. Öyleyse Allah’tan ümit kesilmezdi. Ama gayret etmeliydi. Yol göstermeliydi. Sevdirerek ve yol göstererek ebediyet yolculuğunu anlatmalıydı onlara. Yine dualar dökülüyordu dudaklarından:
—Lûtfet Allah’ım, onlara da hidayet eyle!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.