Yeşilay Derneği ve Sabri Pişkin
Yayınlanma:
Sabri Pişkin Kimdir?1941 yılında Konyada doğdu.İlk, orta ve lise tahsilini Konyada tamamlayan Pişkin, 1971 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinden mezun oldu.
Yıllarca “Güzide Koru Verem Dispanserinde” çalıştı.
Halen, kendi özel muayenehanesinde hastalarını tedavi eden Sabri Bey, evli, iki çocuk babası ve bir torun sahibidir.
Sevgili okurlarım, bu haftaki konuğumun özgeçmişini kısa tuttuğumun sebebini izah edeyim hemen: Sabri Bey’le röportaj için randevulaştığımız gün, muayenehanesinde çayımızı yudumlarken çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Konuşmalarımız eski Konya yaşayışı ile ilgili bölüme geldiğinde vaktin nasıl geçtiğinin farkına varamadık. Ve sadece bu konuyla ilgili ayrıntılı şekilde görüşmek üzere muayenehanesinden ayrıldım. Kendisine yönelttiğim “Sabri Pişkin kimdir?” sorusuna da verdiği cevap tipik bir Konya ailesini yansıtıyordu. Şimdi Sabri Bey’i kendi ağzından tanıyalım…
“Ben 1941 yılının çok soğuk bir Aralık ayının 21’inde doğmuşum. O zamanlar Konya’da doğan bütün çocukların ebeliğini yapmış, çok şişman bir hanım vardı. Hayriye ebe o gün evden çıkmak istememiş ama özel araba ile getirilmiş ve ben Mehmet ve Ayşe Pişkin’in ilk çocuğu olarak doğmuşum. Ailede ilk torun olduğum için bütün aile tarafından çok sevilirdim. Biz baba erkil bir aile ildik. Rahmetli dedem ekmekçi Etem Usta ile beraber aynı evde otururduk. Beni babaannem büyüttü denilebilir. Hatta dedemin annesi olan Fadim nine beni sırtında çok taşımıştır.
İlkokulu evimize çok yakın olan, şimdi İl Seçim Kururlu olarak görev yapan 19 Mayıs İlköğretim okulunun yanındaki binada okudum. O zaman bu okul, öğretmen okulunun tatbikat okulu idi ve onun için adı “Kız Tatbikat” okulu idi. Ortaokulu bugünkü Konya Lisesi olan Gazi Lisesi’nin orta kısmında okuduktan sonra liseye de bu okulda devam ettim.
Liseyi bitirdiğim yıl merkezi sistemle değil her fakülte kendisi imtihan ederek öğrenci seçerlerdi. Ben de ilk önce Fen Fakültesi Matematik bölümünü kazandım. Bir ay kadar buraya devam ettim. Yalnızlık ve arkadaşsızlıktan orayı bıraktım. Hukuk fakültesini de kazanmıştım. Ankara Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırdım. Bir yıl devam ettim. Okulun imtihan sistemi zordu. Bir dersten kalınca diğer geçilen dersler de iptal oluyordu. Ben de anayasa hukuku dersinden kaldım. Bunun üzerine biraz moralim bozuldu. O yıl askerliğimi öğretmen olarak yapma imkânı olunca, okula devam mecburiyeti yok diye askerliğimi yaptım.
Hep doktor olmayı istemişimdir. Askerlik dönüşü İstanbul Özel Diş Hekimliği Yüksek okuluna başladım yıl 1967. Haziran 1971 yılında da bu fakülteden mezun oldum. Konya’da özel muayenehane açtım ve o yıldan beri de diş hekimliği yapmaktayım. Yirmi beş yıl Güzide Koru Dispanserinde poliklinik yaptım. Buradayken yılda on bin diş çektim. Bu rakamlar Verem Savaş Dernek’inin kayıtlarında mevcuttur. Bu rakamlarla diş çekimi ile bir rekor kırdığımı zannediyorum. Düşünsenize yılda on bin diş ve yirmi beş yıl... Türkiye’de benden daha fazla diş çeken bir diş hekimi olduğunu sanmıyorum.
1971 yılında öğretmen Şadan Arvas ile evlendim. İki çocuğum var. Oğullarım başarılı tahsiller yaptılar. Büyük oğlum Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji bölümünde Yrd. Doç. Dr. olarak, küçük oğlum da Nişantaşı’nda özel bir fizik tedavi kliniğinde Fizyoterapist olarak görev yapmaktadır.
Bir de torun sahibiyim.”
Küçükkoner: Geçtiğimiz Mart ayı yoğun bir şekilde “Yeşilay Haftası” ve faaliyetleri ile kutlandı. Başkanı bulunduğunuz Yeşilay Dernek’inin faaliyetlerinden bahseder misiniz?
Pişkin: Bilindiği gibi 1-7 Mart arası Yeşilay Haftası. Eskiden okullarda bu hafta çok coşkulu kutlanırdı. Belki de benim okuduğum okulda öyle kutlanırdı bilemiyorum. Ancak son zamanlarda okullarda rehber öğretmenler sayesinde Yeşilay Haftasında kutlamaların bir ivme kazandığı kanaatindeyim. Devletin, Yeşilay’ın uğraştığı zararlıların, Türkiye için artık bir potansiyel tehlike olabileceği uyanışı içinde olduğunu zannediyorum. Ancak sigarayı hariç tutarsak, diğer zararlılar da ciddi bir mücadele olduğunu söyleyemeyiz. Bu hususlarda biraz daha mesafe alınması lazım. Özellikle Yeşilay’ın güçlenmesi gerekir. Türkiye’yi seven, gençliği seven herkesin mücadelede kendine düşen görevi yapmak için mücadele saflarında yerini alması lazım.
Bu zararlı alışkanlıklar Türkiye’nin başına musallat olacak görüntüsü içindedir. Biz de Yeşilay olarak bu potansiyel tehlikenin farkındayız ve gençlerimizi bilgilendirmeye, uyarmaya ve korumaya yönelik faaliyetler yürütüyoruz.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da, bir basın toplantısı yaptık. Görsel ve yazınsal basında haftanın önemini anlatarak dikkat uyandırmaya çalıştık. Televizyonlarda konuyla ilgili konuşmalar yaptık. Daha geniş bir halk kitlesine ulaşmaya çalıştık. Gazetelerde, çeşitli bültenlerle olayların üzerine gidilmesi gerektiğine, devletin, ailenin ve sivil toplum örgütlerinin birlikte çalışması gerektiği konularını işledik. Zararlı alışkanlıklarla ilgili okullarımızın bizden talep ettikleri broşür ve pankartları kendilerine ulaştırdık. Pek çok okulda bu konuyla ilgili konferans ve sunumlar yaptık.
Konya’da kazalar dâhil olmak üzere Milli Eğitim Müdürlüğü ile ortaklaşa şiir ve kompozisyon yarışması açtık. Gayemiz, çocuklarımızı bu yönde araştırmaya ve uyandırmaya yönelik. Neticede seçici kurulun seçtiği 1.’ye bütün altın, 2.’ye yarım altın ve 3.’ye çeyrek altın vererek onları ödüllendirdik ve adeta çocuklarımızı birer Yeşilay gönüllüsü yaptık.
Küçükkoner: Bağımlılık yapan maddelerin zararları herkes tarafından biliniyor. Buna rağmen her geçen gün bağımlıların sayıları artıyor. Zararlı alışkanlıkların önlenmesinde kültür ve eğitimin rolü nedir?
Pişkin: Bilindiği gibi bağımlılık yapan maddelere genç yaşlarda başlanıyor. Bu devrelerde gençler günübirlik yaşıyorlar. Yeşilay olarak “Ağaç yaşken eğilir” atasözünden yola çıkarak, zararlı alışkanlıklarda mücadelede esas eğitimin ailede başlaması gerektiğine inanarak ve eğitimin önemini de benimsediğimizden, okullarda aile birlikleri ile çalışarak anne ve babaların bilgilendirilmeleri yönünde çalışmalarımıza hız vermeyi düşünüyoruz. Halk Eğitim Müdürlüklerimiz ile önümüzdeki günlerde anneleri bilgilendirme toplantıları yapmayı hedefliyoruz.
Gençlerin, bu maddelerin gelecekte sağlıklarına, aile yaşantılarına negatif yönde etki edeceği umurlarında değil. Bu da eğitimsizlikten oluyor. O’nları iyi uyararak, kötü alışkanlıkların kötü neticelerini açık ve uyarıcı şekilde vererek bilgilendirmek gerekir. Bu sadece Yeşilay’ın görevi de değildir. Evde anne-baba, okulda öğretmenler, devlet, medya bu işe elbirliği ile çalışmalıdır. Başarı ancak böyle kazanılır.
Bütün bağımlılık yapan maddeleri gençlere çok değişik ve cazip şekilde sunan, hatta gençleri ölüme götüren çok güçlü bir sanayi var. Bunlar çok büyük rantlar elde ederek her türlü yolu deneyerek gençleri zehirlemek için adeta bilimsel çalışıyorlar. Bu çalışmalarında maddi olanakları da çok fazla.
Bizlerinde en az onlar kadar güçlü olmamız gerekir ki mücadelede başarılı olsunsun. Her faaliyet özverinin yanında maddi imkânları da gerektiriyor. Bütün fertlerin bu çalışmalarda taraf olması, mücadele edenlere destek olması gerekir. “Nemelazımcılık”, çok büyük felaketlerin bir gün kendi aile ortamlarında olabileceği anlamına gelmektedir.
Bağımlılık yapan her türlü maddelere alışmada, ilk sırayı BİLGİSİZLİK alır. Bu yüzden eğitimli ve bilgili olma, alışkanlık kazanmamada önemli bir koruyucudur. Eğitimsiz ve yeterli bir bilince erişememiş gençlerde risk faktörü oldukça fazladır.
Bu bakımdan tedbirlerimizi ona göre almalı ve gençlerimizi mümkün olduğunca erken yaşlarda eğitmeye ve bilinçli olmalarına özen göstermeliyiz.
Küçükkoner: Siz köklü bir aileye mensupsunuz. Birazda eski Konya yaşantısından bahseder misiniz?
Pişkin: Ben baba-erkil bir aile ortamında yetiştim. Biz yemeğe de kahvaltıya da sekiz kişi otururduk. Rahmetli dedem yemeği ve yedirmeyi çok severdi. Konya’da o zaman “Ekmekçi Etem Usta” diye anılırdı. Dedemin mesleği ekmekçilik olduğu ve ekmeği iyi pişirdiği için soyadımızı da “pişkin” koymuşlar.
Rahmetli dedemin ve babamın yemekli toplantıları olurdu. Bu toplantılarda üç çeşit tatlı ikram edildiğini hatırlıyorum ben. Yemek çeşidi olarak da 8-10 yemek yapılırdı ki, şimdiki nesil ne bu yemekleri yapabilir ne de yiyebilirler. Bir sofrada et yemeği olarak dört tane hindinin ikram edildiğine şahidimdir.
Rahmetli dedem “kaymak yemek istersen camızı taşıyacaksın” derdi. Bizim evimizde de devamlı bu cins hayvanlar beslenirdi. Bizler bütün bir yıl yiyeceğimiz erzakın büyük bir kısmını kendimiz üretirdik. Ürettiğimiz bu yiyecekleri hem kendimiz tüketir hem de eş-dost ve komşularla paylaşmak gibi -çoğu Konyalı ailede olduğu gibi- güzel bir kültürümüz vardı.
Hemen hemen her Konyalı aile gibi bizim de şehirde ve bağda oturduğumuz iki evimiz bulunuyordu. Ayrıca yine Konyalı her aile gibi bizimde, çocukken yanımıza aldığımız, büyüttüğümüz, kardeşimiz bildiğimiz kardeşliklerimiz vardı. Bu gelenek ben bildim bileli ve benden öncede ailemiz içinde mevcuttu.
Yazları Mengenedeki bahçemize taşınırdık. Üstü kapalı yaylı bir at arabamız vardı. O zamanlar Konya’da bu arabadan zannedersem 3-4 tane vardı. Yollar şimdiki gibi değil tabiîki. Herkes bağına yürüyerek giderdi. Bizde araba olduğu için yolda gördüğümüz herkesi arabaya alırdık ve inanır mısınız o yolculukların tadı bir başka olurdu. Bahçeden şehre her gün bu araba ile gider gelirdik.
Kış evimiz Alâeddin caddesinde idi. Şimdiki merkez bankasının yanındaki sokak bizim bahçemizdi. Evimizin hem Alâeddin caddesine hem de Şerafettin caddesine açılan iki tane kapısı vardı.
Rahmetli dedem, çok sevilen, saygı duyulan ve doğruyu söylemekten çekinmeyen biriydi. Akrabalar arasında sözü tutulur ve birleştirici bir meziyeti vardı. O’nun sağlığında her hafta yemekli oturmalar olurdu. Kendisinin siyasete karşı da merakı vardı. Hatta 27 Mayıs ihtilalinde babama yeni bir radyo aldırmış ve bütün mahkeme kararlarını dinlediğini ve hiç kaçırmadığını hatırlıyorum. Dedem, komşumuz olan şıhların Mehmet efendinin (Mehmet Erenmemiş) babasının (Rıfat Efendinin) boşu boşuna günahsız bir şekilde delibaş isyanında idam edildiği için çok üzüldüğünü sık sık tekrarlardı. Bunların çok değerli, bilgili, âlim insanlar olduğunu söyler, kendilerinin komşusu olmalarından dolayı fevkalade memnun olduğunu, onların feyzlerinden her zaman istifade ettiğini anlatırdı.
Dedemin kendisine özgü lafları da pek meşhurdu. Bunlardan birini söyleyeyim size: “Varlığın icraatını yapacaksın, yokluğun da sintinesini (buradaki manası sıkıntı) çekeceksin” derdi bizlere. Bunun gibi daha pek çok lafı vardır. İnşallah onları da bir başka zaman daha geniş bir şekilde konuşuruz.
Babam da dedemin mesleğini seçmiş ekmekçi olmuştu. İstanbul caddesinde eski Akif Paşa mektebinin karşı köşesinde fırınımız vardı. Babam bizlerin fırıncı olmasını istemediği için bizleri fırında çalıştırmaz ve fırında durmamızı da istemezdi. Burada babamla ilgili bir anımı da anlatmadan geçemeyeceğim: Bir gün Larende caddesinde çimento ve fayans alıyorum. Babamın fırıncılık yaptığı devrede saraçlık yapan Kasım Cantekin’lerin oğlu bana : “Gel Mehmet amcanın oğlu. Biz babanın komşusu idik. Belki 20-25 yıl, kışları, babanın fırınından aldığımız ateşle ısındık. Her gün sabah ve öğleden sonra kürekle mangalımıza ateşi doldururdu. Hiçbir gün kaşının eğildiğini görmedim. O’ndaki sabır, iyi yüreklilik ve iyilikseverliği şimdi bulmak imkansız. Böyle insanlar, günümüzde adeta antika oldular. Örnek insanlardı.” Diye anısını anlattı.
Eski Konya insanları, dostluğa, insanları ve hayvanları sevmeye son derece riayet eder, yaptıkları bir şeyin asla karşılığını beklemezlerdi. Komşularımızla münasebetimiz akraba seviyesinin üstünde idi. Komşunun derdiyle dertlenir, sevinci ile sevinirdik. Böyle olunca da dertler azalır, sevinçler çoğalırdı.
Küçükkoner: Mesleğinizi seçmede sizi yönlendiren sebepler oldu mu?
Pişkin: Benim diş kekimi olmamda rahmetli babaannemin etkisi oldu diyebiliriz. Benim hep doktor olmamı isterdi; herhalde insanlara faydalı bir meslek olduğu için. Zira O’da insanlara yardım etmeyi çok severdi. Ancak ben liseden mezun olduğum yıl, bütün fakülteler tek tek imtihan yapardı. Ben de ilk önce Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt oldum. İyi bir eğitim yılı geçirdim. Ancak Anayasa Hukukundan zayıf aldım. Geçmiş olduğum derslerim de yandı. Tekrar o derslere girmek zorunda kaldım. Bu benim morallimi bozdu. Bunun üzerine askerliğimi öğretmen olarak yapıp, tekrar hukuka devam etmek istedim. Ancak askerlik dönüşü İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliğine gitmeye karar verdim. Aslında ben hep cerrah olmak isterdim. Bu meslekte de cerrahî branşı olduğu için, el melekem bu yönde çalışmaya elverişli idi. Rahmetli fizyoloji hocam Sadi Irmak: “Bu mesleğe insanlara yardım ve hizmet için geldiyseniz saygı duyarım. Ama para kazanmak için geldiyseniz yıllarınıza acırım” derdi.
Mesleğimi sevdim. Güzide Koru Verem Dispanseri’nde fakir hastalara poliklinik yaptım. Böylece insanlara faydalı olmaya çalıştım. Muayenehanemde çok zengin olmadıysam da, rahat yaşayacak kadar para kazandım.
Küçükkoner: Konya’mızda diş sağlığına verilen önemini yeterli buluyor musunuz?
Pişkin: Diş sağlığı bilinci kültürle çok alakalıdır. Bilgili olmak, eğitimli olmak diş sağlığına da önem vermek demektir. Konya’da diş sağlığına çok önem veriliyor denilemez. Dispanserde çalıştığım zamanlarda, tedavi olabilecek dişleri tedavi ettirmeyip, çektirenlerin çoğunlukta olduğunu bizzat yaşadım. Diş sağlığı eğitimli ve kültürlü olmanın yanında ekonomiye bağlı bir alışkanlık. Bu yüzden yeterli düzeyde önem verildiğini söyleyemem.
Küçükkoner: Meslekî hayatınızda unutamadığınız bir hatıranızı anlatır mısınız?
Pişkin: Aşağı yukarı kırk yıllık meslek hayatımda çok anılarım oldu. Ancak bir hastamın dilinin üstünde meydana gelen bir dişi görünce hayretler içinde kaldım. Hatta bu olayı basına da intikal ettirmiştim. Dünyada belki de hiç görülmemiş bu olayın benim karşıma çıkması bana çok ilginç gelmişti.
Aklıma gelen başka bir hatıramı da anlatayım. Bir gün dispanserin polikliniğinde, köyde dişerini çektirirken dişi kırılmış ve sabaha kadar ağrıdan uyuyamamış bir hasta geldi. O’na anestezi yaptım. Tabii ki ağrısı kesildi ve rahatladı. Baktım eğiliyor. “Ne yapıyorsun?” dedim. “Doktor Bey ayağınızı öpeceğim” diyor. “Sizin elinizle beraber ayağınızın da öpülmesi gerekir” diye memnuniyetini ifade etti.
Biz dispanserde yıllarca çok kişinin duasını aldık. Çok garip hastaların acılarını dindirdik. Memnun olanlarda vardı, olmayanlarda. O’nlar özel muamele bekleyenlerdi.
Küçükkoner: Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Pişkin: Ben de size teşekkür ederim.
Halen, kendi özel muayenehanesinde hastalarını tedavi eden Sabri Bey, evli, iki çocuk babası ve bir torun sahibidir.
Sevgili okurlarım, bu haftaki konuğumun özgeçmişini kısa tuttuğumun sebebini izah edeyim hemen: Sabri Bey’le röportaj için randevulaştığımız gün, muayenehanesinde çayımızı yudumlarken çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Konuşmalarımız eski Konya yaşayışı ile ilgili bölüme geldiğinde vaktin nasıl geçtiğinin farkına varamadık. Ve sadece bu konuyla ilgili ayrıntılı şekilde görüşmek üzere muayenehanesinden ayrıldım. Kendisine yönelttiğim “Sabri Pişkin kimdir?” sorusuna da verdiği cevap tipik bir Konya ailesini yansıtıyordu. Şimdi Sabri Bey’i kendi ağzından tanıyalım…
“Ben 1941 yılının çok soğuk bir Aralık ayının 21’inde doğmuşum. O zamanlar Konya’da doğan bütün çocukların ebeliğini yapmış, çok şişman bir hanım vardı. Hayriye ebe o gün evden çıkmak istememiş ama özel araba ile getirilmiş ve ben Mehmet ve Ayşe Pişkin’in ilk çocuğu olarak doğmuşum. Ailede ilk torun olduğum için bütün aile tarafından çok sevilirdim. Biz baba erkil bir aile ildik. Rahmetli dedem ekmekçi Etem Usta ile beraber aynı evde otururduk. Beni babaannem büyüttü denilebilir. Hatta dedemin annesi olan Fadim nine beni sırtında çok taşımıştır.
İlkokulu evimize çok yakın olan, şimdi İl Seçim Kururlu olarak görev yapan 19 Mayıs İlköğretim okulunun yanındaki binada okudum. O zaman bu okul, öğretmen okulunun tatbikat okulu idi ve onun için adı “Kız Tatbikat” okulu idi. Ortaokulu bugünkü Konya Lisesi olan Gazi Lisesi’nin orta kısmında okuduktan sonra liseye de bu okulda devam ettim.
Liseyi bitirdiğim yıl merkezi sistemle değil her fakülte kendisi imtihan ederek öğrenci seçerlerdi. Ben de ilk önce Fen Fakültesi Matematik bölümünü kazandım. Bir ay kadar buraya devam ettim. Yalnızlık ve arkadaşsızlıktan orayı bıraktım. Hukuk fakültesini de kazanmıştım. Ankara Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırdım. Bir yıl devam ettim. Okulun imtihan sistemi zordu. Bir dersten kalınca diğer geçilen dersler de iptal oluyordu. Ben de anayasa hukuku dersinden kaldım. Bunun üzerine biraz moralim bozuldu. O yıl askerliğimi öğretmen olarak yapma imkânı olunca, okula devam mecburiyeti yok diye askerliğimi yaptım.
Hep doktor olmayı istemişimdir. Askerlik dönüşü İstanbul Özel Diş Hekimliği Yüksek okuluna başladım yıl 1967. Haziran 1971 yılında da bu fakülteden mezun oldum. Konya’da özel muayenehane açtım ve o yıldan beri de diş hekimliği yapmaktayım. Yirmi beş yıl Güzide Koru Dispanserinde poliklinik yaptım. Buradayken yılda on bin diş çektim. Bu rakamlar Verem Savaş Dernek’inin kayıtlarında mevcuttur. Bu rakamlarla diş çekimi ile bir rekor kırdığımı zannediyorum. Düşünsenize yılda on bin diş ve yirmi beş yıl... Türkiye’de benden daha fazla diş çeken bir diş hekimi olduğunu sanmıyorum.
1971 yılında öğretmen Şadan Arvas ile evlendim. İki çocuğum var. Oğullarım başarılı tahsiller yaptılar. Büyük oğlum Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji bölümünde Yrd. Doç. Dr. olarak, küçük oğlum da Nişantaşı’nda özel bir fizik tedavi kliniğinde Fizyoterapist olarak görev yapmaktadır.
Bir de torun sahibiyim.”
Küçükkoner: Geçtiğimiz Mart ayı yoğun bir şekilde “Yeşilay Haftası” ve faaliyetleri ile kutlandı. Başkanı bulunduğunuz Yeşilay Dernek’inin faaliyetlerinden bahseder misiniz?
Pişkin: Bilindiği gibi 1-7 Mart arası Yeşilay Haftası. Eskiden okullarda bu hafta çok coşkulu kutlanırdı. Belki de benim okuduğum okulda öyle kutlanırdı bilemiyorum. Ancak son zamanlarda okullarda rehber öğretmenler sayesinde Yeşilay Haftasında kutlamaların bir ivme kazandığı kanaatindeyim. Devletin, Yeşilay’ın uğraştığı zararlıların, Türkiye için artık bir potansiyel tehlike olabileceği uyanışı içinde olduğunu zannediyorum. Ancak sigarayı hariç tutarsak, diğer zararlılar da ciddi bir mücadele olduğunu söyleyemeyiz. Bu hususlarda biraz daha mesafe alınması lazım. Özellikle Yeşilay’ın güçlenmesi gerekir. Türkiye’yi seven, gençliği seven herkesin mücadelede kendine düşen görevi yapmak için mücadele saflarında yerini alması lazım.
Bu zararlı alışkanlıklar Türkiye’nin başına musallat olacak görüntüsü içindedir. Biz de Yeşilay olarak bu potansiyel tehlikenin farkındayız ve gençlerimizi bilgilendirmeye, uyarmaya ve korumaya yönelik faaliyetler yürütüyoruz.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da, bir basın toplantısı yaptık. Görsel ve yazınsal basında haftanın önemini anlatarak dikkat uyandırmaya çalıştık. Televizyonlarda konuyla ilgili konuşmalar yaptık. Daha geniş bir halk kitlesine ulaşmaya çalıştık. Gazetelerde, çeşitli bültenlerle olayların üzerine gidilmesi gerektiğine, devletin, ailenin ve sivil toplum örgütlerinin birlikte çalışması gerektiği konularını işledik. Zararlı alışkanlıklarla ilgili okullarımızın bizden talep ettikleri broşür ve pankartları kendilerine ulaştırdık. Pek çok okulda bu konuyla ilgili konferans ve sunumlar yaptık.
Konya’da kazalar dâhil olmak üzere Milli Eğitim Müdürlüğü ile ortaklaşa şiir ve kompozisyon yarışması açtık. Gayemiz, çocuklarımızı bu yönde araştırmaya ve uyandırmaya yönelik. Neticede seçici kurulun seçtiği 1.’ye bütün altın, 2.’ye yarım altın ve 3.’ye çeyrek altın vererek onları ödüllendirdik ve adeta çocuklarımızı birer Yeşilay gönüllüsü yaptık.
Küçükkoner: Bağımlılık yapan maddelerin zararları herkes tarafından biliniyor. Buna rağmen her geçen gün bağımlıların sayıları artıyor. Zararlı alışkanlıkların önlenmesinde kültür ve eğitimin rolü nedir?
Pişkin: Bilindiği gibi bağımlılık yapan maddelere genç yaşlarda başlanıyor. Bu devrelerde gençler günübirlik yaşıyorlar. Yeşilay olarak “Ağaç yaşken eğilir” atasözünden yola çıkarak, zararlı alışkanlıklarda mücadelede esas eğitimin ailede başlaması gerektiğine inanarak ve eğitimin önemini de benimsediğimizden, okullarda aile birlikleri ile çalışarak anne ve babaların bilgilendirilmeleri yönünde çalışmalarımıza hız vermeyi düşünüyoruz. Halk Eğitim Müdürlüklerimiz ile önümüzdeki günlerde anneleri bilgilendirme toplantıları yapmayı hedefliyoruz.
Gençlerin, bu maddelerin gelecekte sağlıklarına, aile yaşantılarına negatif yönde etki edeceği umurlarında değil. Bu da eğitimsizlikten oluyor. O’nları iyi uyararak, kötü alışkanlıkların kötü neticelerini açık ve uyarıcı şekilde vererek bilgilendirmek gerekir. Bu sadece Yeşilay’ın görevi de değildir. Evde anne-baba, okulda öğretmenler, devlet, medya bu işe elbirliği ile çalışmalıdır. Başarı ancak böyle kazanılır.
Bütün bağımlılık yapan maddeleri gençlere çok değişik ve cazip şekilde sunan, hatta gençleri ölüme götüren çok güçlü bir sanayi var. Bunlar çok büyük rantlar elde ederek her türlü yolu deneyerek gençleri zehirlemek için adeta bilimsel çalışıyorlar. Bu çalışmalarında maddi olanakları da çok fazla.
Bizlerinde en az onlar kadar güçlü olmamız gerekir ki mücadelede başarılı olsunsun. Her faaliyet özverinin yanında maddi imkânları da gerektiriyor. Bütün fertlerin bu çalışmalarda taraf olması, mücadele edenlere destek olması gerekir. “Nemelazımcılık”, çok büyük felaketlerin bir gün kendi aile ortamlarında olabileceği anlamına gelmektedir.
Bağımlılık yapan her türlü maddelere alışmada, ilk sırayı BİLGİSİZLİK alır. Bu yüzden eğitimli ve bilgili olma, alışkanlık kazanmamada önemli bir koruyucudur. Eğitimsiz ve yeterli bir bilince erişememiş gençlerde risk faktörü oldukça fazladır.
Bu bakımdan tedbirlerimizi ona göre almalı ve gençlerimizi mümkün olduğunca erken yaşlarda eğitmeye ve bilinçli olmalarına özen göstermeliyiz.
Küçükkoner: Siz köklü bir aileye mensupsunuz. Birazda eski Konya yaşantısından bahseder misiniz?
Pişkin: Ben baba-erkil bir aile ortamında yetiştim. Biz yemeğe de kahvaltıya da sekiz kişi otururduk. Rahmetli dedem yemeği ve yedirmeyi çok severdi. Konya’da o zaman “Ekmekçi Etem Usta” diye anılırdı. Dedemin mesleği ekmekçilik olduğu ve ekmeği iyi pişirdiği için soyadımızı da “pişkin” koymuşlar.
Rahmetli dedemin ve babamın yemekli toplantıları olurdu. Bu toplantılarda üç çeşit tatlı ikram edildiğini hatırlıyorum ben. Yemek çeşidi olarak da 8-10 yemek yapılırdı ki, şimdiki nesil ne bu yemekleri yapabilir ne de yiyebilirler. Bir sofrada et yemeği olarak dört tane hindinin ikram edildiğine şahidimdir.
Rahmetli dedem “kaymak yemek istersen camızı taşıyacaksın” derdi. Bizim evimizde de devamlı bu cins hayvanlar beslenirdi. Bizler bütün bir yıl yiyeceğimiz erzakın büyük bir kısmını kendimiz üretirdik. Ürettiğimiz bu yiyecekleri hem kendimiz tüketir hem de eş-dost ve komşularla paylaşmak gibi -çoğu Konyalı ailede olduğu gibi- güzel bir kültürümüz vardı.
Hemen hemen her Konyalı aile gibi bizim de şehirde ve bağda oturduğumuz iki evimiz bulunuyordu. Ayrıca yine Konyalı her aile gibi bizimde, çocukken yanımıza aldığımız, büyüttüğümüz, kardeşimiz bildiğimiz kardeşliklerimiz vardı. Bu gelenek ben bildim bileli ve benden öncede ailemiz içinde mevcuttu.
Yazları Mengenedeki bahçemize taşınırdık. Üstü kapalı yaylı bir at arabamız vardı. O zamanlar Konya’da bu arabadan zannedersem 3-4 tane vardı. Yollar şimdiki gibi değil tabiîki. Herkes bağına yürüyerek giderdi. Bizde araba olduğu için yolda gördüğümüz herkesi arabaya alırdık ve inanır mısınız o yolculukların tadı bir başka olurdu. Bahçeden şehre her gün bu araba ile gider gelirdik.
Kış evimiz Alâeddin caddesinde idi. Şimdiki merkez bankasının yanındaki sokak bizim bahçemizdi. Evimizin hem Alâeddin caddesine hem de Şerafettin caddesine açılan iki tane kapısı vardı.
Rahmetli dedem, çok sevilen, saygı duyulan ve doğruyu söylemekten çekinmeyen biriydi. Akrabalar arasında sözü tutulur ve birleştirici bir meziyeti vardı. O’nun sağlığında her hafta yemekli oturmalar olurdu. Kendisinin siyasete karşı da merakı vardı. Hatta 27 Mayıs ihtilalinde babama yeni bir radyo aldırmış ve bütün mahkeme kararlarını dinlediğini ve hiç kaçırmadığını hatırlıyorum. Dedem, komşumuz olan şıhların Mehmet efendinin (Mehmet Erenmemiş) babasının (Rıfat Efendinin) boşu boşuna günahsız bir şekilde delibaş isyanında idam edildiği için çok üzüldüğünü sık sık tekrarlardı. Bunların çok değerli, bilgili, âlim insanlar olduğunu söyler, kendilerinin komşusu olmalarından dolayı fevkalade memnun olduğunu, onların feyzlerinden her zaman istifade ettiğini anlatırdı.
Dedemin kendisine özgü lafları da pek meşhurdu. Bunlardan birini söyleyeyim size: “Varlığın icraatını yapacaksın, yokluğun da sintinesini (buradaki manası sıkıntı) çekeceksin” derdi bizlere. Bunun gibi daha pek çok lafı vardır. İnşallah onları da bir başka zaman daha geniş bir şekilde konuşuruz.
Babam da dedemin mesleğini seçmiş ekmekçi olmuştu. İstanbul caddesinde eski Akif Paşa mektebinin karşı köşesinde fırınımız vardı. Babam bizlerin fırıncı olmasını istemediği için bizleri fırında çalıştırmaz ve fırında durmamızı da istemezdi. Burada babamla ilgili bir anımı da anlatmadan geçemeyeceğim: Bir gün Larende caddesinde çimento ve fayans alıyorum. Babamın fırıncılık yaptığı devrede saraçlık yapan Kasım Cantekin’lerin oğlu bana : “Gel Mehmet amcanın oğlu. Biz babanın komşusu idik. Belki 20-25 yıl, kışları, babanın fırınından aldığımız ateşle ısındık. Her gün sabah ve öğleden sonra kürekle mangalımıza ateşi doldururdu. Hiçbir gün kaşının eğildiğini görmedim. O’ndaki sabır, iyi yüreklilik ve iyilikseverliği şimdi bulmak imkansız. Böyle insanlar, günümüzde adeta antika oldular. Örnek insanlardı.” Diye anısını anlattı.
Eski Konya insanları, dostluğa, insanları ve hayvanları sevmeye son derece riayet eder, yaptıkları bir şeyin asla karşılığını beklemezlerdi. Komşularımızla münasebetimiz akraba seviyesinin üstünde idi. Komşunun derdiyle dertlenir, sevinci ile sevinirdik. Böyle olunca da dertler azalır, sevinçler çoğalırdı.
Küçükkoner: Mesleğinizi seçmede sizi yönlendiren sebepler oldu mu?
Pişkin: Benim diş kekimi olmamda rahmetli babaannemin etkisi oldu diyebiliriz. Benim hep doktor olmamı isterdi; herhalde insanlara faydalı bir meslek olduğu için. Zira O’da insanlara yardım etmeyi çok severdi. Ancak ben liseden mezun olduğum yıl, bütün fakülteler tek tek imtihan yapardı. Ben de ilk önce Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt oldum. İyi bir eğitim yılı geçirdim. Ancak Anayasa Hukukundan zayıf aldım. Geçmiş olduğum derslerim de yandı. Tekrar o derslere girmek zorunda kaldım. Bu benim morallimi bozdu. Bunun üzerine askerliğimi öğretmen olarak yapıp, tekrar hukuka devam etmek istedim. Ancak askerlik dönüşü İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliğine gitmeye karar verdim. Aslında ben hep cerrah olmak isterdim. Bu meslekte de cerrahî branşı olduğu için, el melekem bu yönde çalışmaya elverişli idi. Rahmetli fizyoloji hocam Sadi Irmak: “Bu mesleğe insanlara yardım ve hizmet için geldiyseniz saygı duyarım. Ama para kazanmak için geldiyseniz yıllarınıza acırım” derdi.
Mesleğimi sevdim. Güzide Koru Verem Dispanseri’nde fakir hastalara poliklinik yaptım. Böylece insanlara faydalı olmaya çalıştım. Muayenehanemde çok zengin olmadıysam da, rahat yaşayacak kadar para kazandım.
Küçükkoner: Konya’mızda diş sağlığına verilen önemini yeterli buluyor musunuz?
Pişkin: Diş sağlığı bilinci kültürle çok alakalıdır. Bilgili olmak, eğitimli olmak diş sağlığına da önem vermek demektir. Konya’da diş sağlığına çok önem veriliyor denilemez. Dispanserde çalıştığım zamanlarda, tedavi olabilecek dişleri tedavi ettirmeyip, çektirenlerin çoğunlukta olduğunu bizzat yaşadım. Diş sağlığı eğitimli ve kültürlü olmanın yanında ekonomiye bağlı bir alışkanlık. Bu yüzden yeterli düzeyde önem verildiğini söyleyemem.
Küçükkoner: Meslekî hayatınızda unutamadığınız bir hatıranızı anlatır mısınız?
Pişkin: Aşağı yukarı kırk yıllık meslek hayatımda çok anılarım oldu. Ancak bir hastamın dilinin üstünde meydana gelen bir dişi görünce hayretler içinde kaldım. Hatta bu olayı basına da intikal ettirmiştim. Dünyada belki de hiç görülmemiş bu olayın benim karşıma çıkması bana çok ilginç gelmişti.
Aklıma gelen başka bir hatıramı da anlatayım. Bir gün dispanserin polikliniğinde, köyde dişerini çektirirken dişi kırılmış ve sabaha kadar ağrıdan uyuyamamış bir hasta geldi. O’na anestezi yaptım. Tabii ki ağrısı kesildi ve rahatladı. Baktım eğiliyor. “Ne yapıyorsun?” dedim. “Doktor Bey ayağınızı öpeceğim” diyor. “Sizin elinizle beraber ayağınızın da öpülmesi gerekir” diye memnuniyetini ifade etti.
Biz dispanserde yıllarca çok kişinin duasını aldık. Çok garip hastaların acılarını dindirdik. Memnun olanlarda vardı, olmayanlarda. O’nlar özel muamele bekleyenlerdi.
Küçükkoner: Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Pişkin: Ben de size teşekkür ederim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.